27 Aralık 2013 Cuma

Kara Bölük

Efendim, Mehmet Berk Yaltırık'la (Anadolu Korku Öyküleri'nden ve diğer çalışmalarından aşina değilseniz, aşina olun derim.)  fırsat bulabildiğimiz zamanlar oturur, fantazya üzerine, tarih üzerine, mitoloji, folklor, memoratlar, mistisizm, eşkıyalar, yasadışı hayatlar(...) kısaca aklınıza gelebilecek bütün "tuhaf" şeyler üzerine sohbet ederiz.

Bu sohbetlerde sık sık "falancanın filmi çekilse muhteşem olmaz mıydı?", "filanca konu çok uygun aslında, bunun romanı yazılmalı" tespitlerinde bulunuruz. Tarihin ve "bilgi"nin derinliklerine olta atıp, konu yakalamak, bir nevi. Ancak bu tespitler havada kalır(dı), devamı gelmez(di).

Bir kaç yıl evvel, Almanya'da Florian Geyer'in başlattığı isyan ile, Anadolu'da Celali isyanları arasındaki paralellik dikkatimi çekmişti, bir kaç yerde yazmıştım. Geçtiğimiz aylarda Fırat Ender Koçyiğit, "bundan güzel tarihi roman konusu çıkar aslında..." dedi. Fikir kafama yattı, Yaltırık'la (nedendir bilmem, hep soyadıyla hitap ederim. Anlamlı da bir soyadı, karizmatik, ne güzel.) konuşurken konuyu açtım. Hemen tarihçi çarkları işledi beyninde, bir anda tretmanı, arkaplanı çıkardı. Ben de ufak tefek eklemeler yaptım. O heyecanla, bu defa havada kalmasın dedik, nihayet, bir prolog çıktı ortaya.

Şu an üzerinde çalışıyoruz. İlham bizi nereye götürür bilinmez, ana kurgu belli olsa da, her an doğaçlama yapabiliriz, Yaltırık biraz memorat eklemek ister, ben biraz Şaman motifi... O yüzden, konusu hakkında fazla bilgi vermeyeyim. İlgilenebilecek müstakbel okur için, resmi olmayan prologu buraya ekleyeyim.

Roman tamamlandığında, içinde Almanlar, Lehler, Tatarlar ve Anadolu Türkmenleri olacak. 1500lü yılların "eski dünya"sının ilginç ve görkemli arkaplanında, küçük hikayelerin büyük yankılarını okuyacaksınız. En önemlisi, Türkmen ruhunun derinliklerinde gezecek, uzak ve tecrit edilmiş Türkmen köylerindeki ruh ikliminin, nasıl evrensel bir değer arz ettiğini fark edeceksiniz.

Öyleyse, İran Türkmenlerinin bir deyişini alıntılayıp, prologla sizi baş başa bırakayım:

"Herkes öz atın çapardı
Göyde cıdasın kapardı
Bolu Bey geldi apardı
Apardılar serdarmızi

Gedin, bulun serdarmızi!"

"Kara Bölük", Prolog.

 “Nulla Crux, Nulla Corona”

Rudolf von Gottstein, kılıcını kınından sıyırdı. Bezgin bakışlarıyla inceledi önünde dimdik tuttuğu silahını. Kılıç kendisinden daha yaşlıydı. Kendisinden daha fazla görmüş geçirmişti. Artık ömrünün yaşlı sayılabilecek evresine girdiği halde onu genç hissettirecek kadar yıpranmıştı. Yine de tuhaf bir şey vardı bu kılıçta. Yer yer çentilmiş olsa da keskinliğini koruyor, kadim zaman tanrılarının rahiplerince büyülenmiş gibi, tekinsiz bir ışıkla parlıyordu. Sanki kılıcının kendince bir şahsiyeti vardı. Sanki Rudolf değildi kılıcın yazgısını seçecek olan, kılıcın bir yazgısı vardı ve irade ondaydı. Rudolf onu bu yazgıya taşımaya namzet ellerden biri, emanetin yeni bekçisiydi… Çeliğin eski, belli belirsiz izlerinin üzerindeki yazıya ilişti gözleri: Nulla Crux, Nulla Corona… Yazı yeniydi, mahir ve sert bir el tarafından kazınmıştı, Florian Geyer’in eliyle…

Florian’a gitti aklı… Ülkeyi baştanbaşa sarsan Lutherci ayaklanmalar esnasında parlamıştı bir yıldız gibi. Soylular kendi hesaplarına taraf seçerken, o köylülere koşmuştu. Luther’in tarafında görünüyordu ama o Luther’in de ötesindeydi. En taze eti kimin yiyeceği, en geniş topraklara kimin hükmedeceği, en güzel kadını kimin sahipleneceğine dair kavgaya tutuşurken beyler, Luther onlar için bir bahaneydi. Bu Luther denen adam, rahiplerle hararetli tartışmalara girip soyluları yanına çekmeye çalışadursun, ülke zaten kaynıyordu. Zorla çalıştırılan, vergi yükü altında ezilen, insan yerine konulmayan köylü, yabasını eline alıp başkaldırmaya hazırdı. Luther onlar için bir ışık olmuştu. Florian adamlarıyla köylülere geldiğinde, dört elle sarılmışlardı davasına. Kılıç kullanmayı öğretmişti onlara, at sürmeyi, soyluların amansız atlı bölüklerine karşı onların taktikleriyle savaşmayı… Ancak çok geçmeden, Luther de sırt çevirmişti onlara. Kilise, Papa’nın ya da Luther’in olmakla safını değiştirmeyecekti, köylülerin soylulara başkaldırması İsa’nın asla onaylayamayacağı bir şeydi.

Florian, von Gottstein’ı da, diğer soyluları da şaşırtan bir şey yaparak üçüncü bir cephe açtı. Luther’in reformcularının desteğini aramaktan vazgeçti. Papalık taraftarı soylulara daha da amansız bir hınçla saldırmaya başladı. Luther’e sevgi besleyen soyluların çoğu Florian’ın çevresinden uzaklaştılar. Ancak von Gottstein anlamadığı bir ışık görüyordu Florian’ın gözlerinde. Hoş, babasından kalan arazi de çoktan elinden alınmış, topraksız, boş bir asalet unvanından başka bir şeyi olmayan bir sefile dönmüştü.  Belki de bu yüzden Florian’la saf tutmaya devam eden bir avuç soyludan biri olarak kaldı.

Hayal meyal hatırlıyordu Florian’la kaç savaşta at sürdüğünü, kaç hengâmede Florian’ın eğittiği köylülerin onu şaşırtan, saygısını kazanan bir mertlikle vuruştuğunu, kaç zafer kazandıklarını. Ancak talih yaver gitmedi. Tanrının köylü doğanların kanına bulaştırdığı lanet, bir avuç köylünün bir kahramanın etrafında birleşmesiyle ortadan kalkacak gibi değildi. Yine de ümitsizce, salt öfkeyle ve yüzyıllardır ezilmenin hıncıyla vuruştular. Zafer için değil, öç almak için. Kiliseleri yaktılar. Soylu kızlarının ırzına geçtiler. Yağmaladıkları gümüş yemek takımlarıyla hadım ettiler soyluları. Öfkeleri ve o güne dek köylü ordularında görülmemiş kahramanlıklarıyla “Kara Bölük” namını kazandılar. Ve yenildiler…

O anı asla unutmayacaktı Rudolf. Florian yaralanmıştı, gözleri alev alev olsa da ağzından kan geliyordu, ölüyordu. Dingin bir adamdı Rudolf, savaşa ve ölüme çokça şahit olmuştu. Kolay heyecanlanmaz, nadiren gülümser, nadiren üzülürdü. İlk defa bir heyecanın vücudunu sardığını hissetmişti. O solan bedendeki alev alev bir çift göze doğru koşmuştu: “Florian!” Kara Bölüğün komutanı, ne haça, ne taca baş eğmiş köylülerin şövalyesi Florian ona bakmıştı, korku yoktu gözlerinde.  Boğazından gelen hırıltıların elverdiği ölçüde konuşabilmişti:

“Kılıcımı al Rudolf. Sen savaşta pişmiş bir adamsın sana güvenebilirim. Kılıcımı al ve burayı terk et. Dağların ve ormanların ardında, denizlerin ve ırmakların ötesinde muhakkak bir yer vardır ki, insanoğlu baş eğmeden, kölelik etmeden, kölelik ettirmeden yaşayıp gidiyordur. O diyarı bul ve orası için kullan kılıcımı. Lütfen! Ölüyorum, ancak kılıcımın benimle gömülmeyeceğini bilmek huzurla ölmemi sağlayacaktır. Bana son bir iyilik yap ve kılıcımı al!”


Rudolf ne diyeceğini bilememiş, kılıcı almıştı. “Birimiz hayatta kalmalı” diyen Florian’ın son emrini yerine getirip kaçmıştı. Ne yöne, ne kadar bir süre at sürdüğünü bilmiyordu, bütün bir gece boyunca atını koşturmuş, kırkı aşkın yıldır dışa vurmadığı hislerini birkaç saatte gözyaşlarıyla serbest bırakıp, hıncını hayvandan çıkarmıştı. Kaybedeceği bir şey olmayan, mert bir komutan görüp, savaşta –biraz da eski zamanların şövalye hikâyelerindeki gibi- ölmek dileğiyle ordusuna katılan bir gezgin şövalyeydi az bir zaman evvel. Şimdiyse yenilmiş, bir başına kalmış, kadınsız, çocuksuz, yoldaşsız bir adamdı. Emanet bir kılıçtan ve verdiği sözden gayrı yükü olmayan bir adam…


26 Aralık 2013 Perşembe

Kalgançı Yır

-Doğacak oğul ve kızlarıma-

Körügme Kün Tengri döndü yüzünü
Ay Ata bizlere garaz doludur
Bir kara alamet Kıpçak düzünü
Kapladı, bu bela gökten uludur
Ağla! Göğe kastı bu hıncın, ağla!
Ağla! Pas tutacak kılıncın, ağla!
Çarnaçar kalacak akıncın, ağla!

Ak kazın teleği düştü düşeli
Ev başı kara han bu yağız yere
Hiç böyle esmedi Kuzey'in yeli
Gözle bak! Diler ki vurup devire
Bozkırın bekçisi balballarını
Kök Tengri yükünün hamallarını
Şad eder bozkırın çakallarını!

Doğudan eserdi bir zaman rüzgar
Bir zaman, Kün Tengri gülerdi bize
Teng Tengri kıpkızıl afakı yakar
Ererdi yer-sular kadim denize
Ahoy! Orhun, İtil, Yenisey kaydal?
Ahoy! Kağan, tigin, şad ve bey kaydal?
Oğuz Han, Tunga Er, Edigey kaydal?

Kuzeyin çağıdır çatan bu kıyım
Türkuaz yağısı bu kara nöbet
Kök Tengri! Kurt doğdum, itin rızkıyım!*
Kuzguna ram oldu dokuz tuğ devlet
Tuğrul sustu öten kuzgundur artık
Sungura güç yeten kuzgundur artık
Kanat kanat biten kuzgundur artık

Kaşın bolsa yaşın yakmas dediler
Yaktı ak ülkemi bir kara yalım
Büyüsü işlemez kam aman diler
Boza kesti yeşil, mavim kızılım
Yada taşı kan yağdırır ay Ülgen!
Ağıt olup göğe ağar kay Ülgen
Görkün yitip sefil m'oldun bay Ülgen?

Mingitav karından bozkır tozundan
Bir bala beledim, Rum'a sakladım
Ki bu salgın kokan sisin kuzundan
Saklansın hatıram, şerefim, yadım
Bekçidir ışığı ayın yıldızın
Beşiği Ayzıtça rahmi bir kızın
Doğar da zulmeti boğar ansızın!

M. Bahadırhan Dinçaslan

Notlar:
Körügme Kün Tengri: Teng Tengri ilahisinden.
Ay Ata: Günümüz Türkiyesinde "Ay Dede", bir şaman motifi.
Ak Kaz: Kimi şaman geleneklerine göre, Kök Tengri ilk olarak ak kaz donuna girmiştir.
Ev başına kara han: Karmaşayı anlatan bir eski Türk deyişi, fetret.
Yağı: Düşman
Rızk-Kıyım: Bu kafiye, Hakan İlhan Kurt'un çok sevdiğim "Osman Batur Betiği"nden alıntı:

"odlanır yüreğimde akar da billûr billûr
tarih boyu eziyet bitmek bilmeyen kıyım
bilmem hangi atlasın ortasına düşen nûr
bilmem hangi böceğin taptazecik rızkıyım?"

Kaşın bolsa yaşın yakmas: Kiminğ bile kaşın bolsa yaşın yakmas.” (Kimin yüzük taşı [kaş] varsa, onu ateş yakmaz. Türk Atasözü)
Kay: Altay'da ve Sibirya'da hala devam eden bir gırtlak müziği tarzı.
Mingitav: Elbruz Dağı'na Kafkas Türklerinin verdiği isim, "bengü dağ", "ebedi dağ".
Rum: Anadolu
Kalgançı Yır: Kalgançı, Altaylarda "kıyamet" için kullanılan isim. (Bazen, "Kalgançı Çağ") Yerinden yekinmek anlamında "kalgamak" (ölülerin yerinden kalkması) ya da "kalmak" (kalıcı olmak) sözcüklerinden türemiştir. Her iki anlamıyla alınız. Yır: Şiir

Teng Tengri ilahisi:

Teng tengri kelti
Teng tengri özi kelti
Teng tengri kelti
Teng tengri özi kelti
Turunglar kamu begler kardaşlar
Teng tengrig ögelim

Körügme kün tengri
Siz bizi küzeding
Körünügme ay tengri
Siz bizi kurtharıng

Teng tengri
Yıdlıg yıparlıg
Yarukluğ yaşukluğ
Teng tengri
Teng tengri
(Tekrar)

Günümüz Türkçesi:

Tan Tanrı geldi (Tan: tan yeri. Tan Tanrı: Tan yerinin tanrısı)
Tan Tanrı kendisi geldi
Tan Tanrı geldi
Tan Tanrı kendisi geldi
Davranın (ayağa kalkın) bütün beyler, kardeşler
Tan Tanrı'yı övelim.

Görünün Gün Tanrı (Güneş Tanrısı)
Siz bizi gözetin
Görünen Ay Tanrı
Siz bizi kurtarın

Teng Tengri
Hoş kokulu, mis kokulu
Teng Tengri
Işıklı, parıltılı
Teng Tengri



19 Aralık 2013 Perşembe

Barok Nihilizm

Nihilizm, "sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümanındır" demek değil, "ben varım ya bu benlik hep vehm ü gümanımdır" demektir. Pek sanatkar girdim konuya, zirvede bıraksam yakışırdı ya, şu "benlik" üzerine de üç beş laf edeyim.

Hangi kitabında olduğunu hatırlamıyorum, ihtimal "Hikayeler" kitabıdır, Necip Fazıl'ın bir diyalogu vardır benlik ile ilgili. Sanırım Abidin Dino'dan esinlenerek yarattığı ressam karakter ile "hasta kumarbaz" arasında geçen bir diyalogdu.

Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle:

-benim elim
-evet senin elin
-benim beynim
-evet senin beynin
-benim ruhum
-evet senin ruhun
-benim benliğim
-even senin benliğin
-peki herşeye "benim" diyebiliyorsak, "benim benliğim" de diyebiliyorsak, bu herşeye "benim" diyebilen ben nerededir?

Buna çözümü tasavvufta (gerçi Necip Fazıl'ın tasavvufçuluğu... neyse siktir et uzatmayalım.) buluyor Necip Fazıl. Zaten şeyh galip ne demişti?

"sen yoksun o benlikler hep vehm u gümanındır"

Rimbaud da şöyle bir laf etmiş bu meselenin odağında:

"la vraie vie est absente" (gerçek hayat burada olmayandır.)

Edebiyatı iyi hoş da, Attila İlhan'ın dediği gibi, "olmuyor neyleyim / olmuyor velinimetim efendim"

Bu benlik hissi ya da fenomeni, esasında bilincin kendine tuttuğu bir aynadır. Bilinci oluşturan mekanizma maddidir, ve bu maddilikte esasında "geri kalan" ile kendi arasına keskin bir sınır çekmemiştir, o yüzden derinlemesine düşündüğümüzde "benlik" diye bir şey olmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Ya da, benliği metafizikte aramaya kalkarız. Oysa, çok basit, bir tutam nörotransmitter, ve bir tutam bilişsel evrim.

O zaman şöyle desek olur:

"Ben varım ya bu benlik hep vehm ü gümanımdır."

(aha felsefe yaptım lan. yazam bunu kenara. açıklarım bu sözü. iki cilt şerh düşülür valla.)

Buradan, "dionysosçu çözüm" - "apolloncu çözüm" odağına gelesim var. İnsanı, "karbon atomlarının talihsiz serüvenler dizisi" olarak tanımlayarak.

Şu amına koduğumun insanı, değil ki, "insan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su..." Bu amına koduğumun insanı, o ki, bir yığın karbon atomu. bunun magnezyumu boku püsürü var da, ihmal ediyorum amına koduğumun magnezyumunu. Lisede laboratuvardan magnezyum çaldıydık iyi yanıyor diye, sonra kör oluyodum amınırzını sikiim. Eğer o magnezyum değil de başka bir elementse onun da amına gorum.

Neyse, işte karbon atomları dediğin şey insan, insan dediğin biricik dizgide buluşmuş bir yığın karbon atomu. (Amına çaktığımın karbonu bağ yapacak diye çektiğimiz çileye bak.) Zaten sırf bu karbon ibnesi yüzünden okul bıraktım ben, alkan alken derken dedim baba organik kimyanın amına goyum, ben gidiyorum.

Talihsiz serüvenler de Lemony Snickete bir saygı gösterisi, çocukluğumda karşılaştıydım eseriyle de, ne olduğunu anlamadıydım. Şimdi anladım işte, belli olmuyor mu?

(sikim gibi bir tespit götüme benzemiş.)

Neden "varoluşçuluk" değil de nihilizm? Ve neden barok?

Tasavvurun en yakıcı sınırlarında gezinen sorgunun erişebileceği azami genişlik ve derinlikte bir varoluş yok; dolayısıyla varlık, hiçten daha az belirgindir, hepsi bu. Bu demek değildir ki nihilistler depresyondadır, ya da hiç bir şeyi sallamazlar, mücadele etmezler. değil dostum, değil.

Nihilizm, herşeyin hiç olduğunu iddia etmek değil, herşeyin özüne, derinine, sınırına inince bir "hiç"le burun buruna geleceksin demektir. "ex nihilo nihil fit" lafını biraz farklı anlamaktır yani. Her şey hiçten doğar, ve doğan da hiçtir. Ya da ben böyle tanımlıyorum, "nihilist akım"ın temsilcilerinin çıkmazları, yanlışları ya da tespitleri beni bağlamıyor. Benim barok dünyamın önüme serdiği manzara bu.

Şu lan şu işte:

"Ey dil hele âlemde bir âdem yoğ imiş
Vâr ise de ehl-i dile mahrem yoğ imiş

Gam çekme hakîkatde eğer ârif isen
Farz eyle ki el'ân yine âlem yoğ imiş"

Ya da desen ki şudur:

"Reyhani farkı ne az ile çoğun
ikisi bir olur var ile yoğun..."

Gerçi laf kalabalığına gerek yok da, sanat diye bir şey var, çok tatlı bir şey Gök Tengri seni inandırsın, insan engel olamıyor.

"dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa
ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa" diye ağıt yakıp, "-sa, -se" cümleleri kurup, tam aksi istikamette yaşamaktır nihilizm.

Bunun barok oluşunuysa, bir müddet evvel bir şiir yazıp açıkladıydım, onu da bir zahmet sen bul sevgili kaarî:

"...herkes ait olmadığı yerde eğreti ve piç
imzasız bir şiir gibi gözyaşı vadisinde."

Böyle de terbiyesiz bir tarafım var benim. Geçen bir konferansta, biraz da ortalığı kızıştırmak için, "nihilistim" dedim de, yıldırım düştü sanki. Konferansı verirken bana sevgiyle bakan gözler bir anda kuşkuyla bakmaya başladı, dinleyicilerin en yiğidi de bunu kalkıp açıkça beyan etti. Ne yapayım sevgili kaarî, sana yalan söylemeyeceğim. Ben senin en "ideal" olarak gördüğünü, en "realist" kafayla yaşıyorum, sen bir ideale ulaşmak istiyor ancak ulaşamıyorsun, ben senin idealinim ancak beni buraya bu idealin içinin boş olduğunu görüşüm getirdi. Sen inandın, ben bildim sevgili kaarî, boşluğu gördüm, "la ilahe" dedim, ta ki "illallah" benim için edebiyattan öteye geçinceye, gerçeğin ta kendisi oluncaya dek. Anlamıyorsun, anlamayacaksın, anlamam.

Ne diyorduk?

"Bir tezgahta peydahlanmış bir arz dolusu lümpen
Öz çürümüş her şey başka bir şeyi andırıyor"

M. Bahadırhan Dinçaslan

17 Aralık 2013 Salı

Tengrin Nogai

-Kardeşim Koca Furkan Dinçaslan'a-

Köyümüzde, Tengrin Nogay, günler evine gitti
Ya bizim evimiz nere milyon yıllık acunda?
Benim gözlerimde mağrur bir Hun atlısı yitti
Senin bir Türkmen asıldı bıyığının ucunda

Deşt-i Kıpçak senin Türkmen Eli benim, dolaştık
Biz ki acun bekçisiyiz, tanrının itleriyiz
Bir kuzgun ardına düşüp Kaf Dağı'na ulaştık
Bir sen, bir ben bu davanın meçhul şahitleriyiz

Kim bilir hangi tanrıya başkaldırdı atamız
Bize düştü ölüp ölüp dirilerek ezası
Yeryüzüne çok fazla Türk gelmek idi hatamız
O dağ senin, bu yar benim göçe durmak cezası

Tengrin Nogay, yorulmak yok göçtür bizim kârımız
Kün tuğ bolgıl kök kurıkan, atamız dileğidir
Nerede olsak bekliyor ata mezarlarımız
Kurgandır Türk'ün beşiği ve kurgan ereğidir

Gam yeme ki gurbet değil gittiğin ata yurdu
Kan döktüğün, ölüp balbal diktiğin yer senindir
Unutma ki ata baban Rus elinde uyurdu
Tengrin Nogay! Sen de uyu, asrî hicranı dindir

M. Bahadırhan Dinçaslan

Notlar:

Kardeşim Koca Furkan Dinçaslan, Rusya'ya okumaya gitti. Kendisinin imzası Göktürk yazısıyla "Koça" sözcüğünden ibaret olduğundan, imzası da pasaportta yer aldığından "gam yeme abi, bir nevi Turan pasaportuyla gidiyorum" dedi giderken.

Anne tarafından dedelerimizin Ruslar tarafından öldürüldüğü malumdur. Ayrıca, Avşar Türkmeni babannemiz
günün batışını "günler evine gitti" diyerek anlatır.

Tengrin Nogai, Moğolca "bozkurt"un lakabı: Tanrının köpeği. Dinçaslan ailesinin yörük doğup bitmez tükenmez bir göçle lanetlenen fertlerinden en sevgilisi için bundan daha güzel lakap olamazdı.

Kün Tuğ Bolgıl Kök Kurıkan: Oğuz Kağan'ın sözü, "güneş tuğ olsun, gök çadır."

Mustafa Demir'in sesinden dinlemek için tıklayınız.

14 Kasım 2013 Perşembe

Nimela Libbar

Sabah ezanından mıdır gömüldüğüm nedamet
Cürmümü itiraf ettim yetişmez mi yandığım?
Azad eyle gel kurbanım as zülfüne idam et
Namazdan hayırsız mıdır kendimden utandığım?1

Bir küçük ölüm2 peşinde büyük büyük ölümler
Bir kıralın kırık tacı ve titreyen örümcek
Kulak zarında kalp gibi atar: "Ölüm mukadder,
Vanitas kehanetinin hükmü mutlak erecek!"3

Kim bilir kimin icadı kelimeler dilimde
Kim bilir kimler dokudu tutulduğum bu ağı
Bir avuç karbon atomu dokunsam sevgilimde
Saçı bir salkım keratin ve bir demet gözbağı

Baktığım yerde bir ayet: Ex nihilo nihil fit4
Arkasında bir siluet -sevdiğim bu kadın mı?-
Ey alemlerin şeytanı altı zincirim şahit
Derinliklerden adını çağırdım, duymadın mı?5

Ne bir dost ne bir yardımcı ebedi kalacaksın6
Sen yaktığın bu ateşte Mengü Tengri küçündür!7
Ne bir kulak seni duysun, ne bir göz sana baksın
Bütün dünler yarındır ve bütün bugünler dündür

Var, parçala ciğerini haykır da titresin gök
Gör bakalım umursar mı gökyüzünün sahibi
Heyhat! Yaprağın fani ve ezelden marazlı kök
Kalacaksın mağlup, mahzun, biçilmiş ekin gibi8

M. Bahadırhan Dinçaslan

1: "Essalatü hayrün minen nevm", sabah ezanına eklenen dize. "Namaz, uykudan hayırlıdır."
2: Küçük ölüm: "La petite mort"
3: Vanitas, bir resim tarzı. Kral tacı, örümcek gibi semboller bu tarzda özel anlamlarda kullanılır.
4: Ex nihilo nihil fit: Hiçlikten hiçlik doğar.
5: Derinliklerden çağırdım: "de profundis clamavi ad te domine" (derinliklerden sana seslendim ya rab), İncil'den bir söz.
6: Ahzap Suresi, 64
7: Mengü Tengri Küçündür: Sonsuz Tengrinin Gücüyle, Çengiz Han'ın girizgah sözü
8: Fil suresi


10 Ekim 2013 Perşembe

Ak Don - Bir Modern Zaman Şamanının Öyküsü

Dedemin babasını rüyamda görmem üzerine yazmaya giriştiğim, devamını getirsem de beğenmeyip bıraktığım öykünün ilk bölümü.

Ak Don

“Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum, öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?”
Necip Fazıl Kısakürek, “Eski Elbiselerin Hafızası”

Bölüm I: “Ete Kemiğe Büründüm”

“Oğul! Sakalım aktır, bildiğim çoktur, belim eğikse de şükür, başım hep diktir. Ozanlardan ataları dinledim, diz kırdım kamların huzurunda serinledim, nice gönle tanrı buyruğun ben esinledim. Gördüm geçirdim, dondan dona girdim, yedi kat göğe ağdım, yağmur oldum yere yağdım. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bu yaşıma eriştim ve yettim muradıma, ak sütü ben bozdum kımız eyledim, sert yele ben sızdım yırlar söyledim; sözümü dinle, kara yazgıyı önle.

Oğul! Bilmeze bildiren, yitmişi bulduran, ata yol aldıran, balığı göle daldıran, yüklü kadının karnını dolduran, çiçeği bitiren solduran, yatmışı kaldıran, ozana çaldıran buyruk verende, bulutlarla gölgesin gökyüzüne serende, börü soylu kağanlar bozkırda hüküm sürende, kamlar yürüdü bir zaman, beylere kalmayan acunda, acunun unutulup gitmiş bir ucunda. Gözleri gök rengi, kopuzlarında göklerin ahengi, sözlerinde Bay Ülgen’le Erlik Han’ın avaz avaz cengi, bilmezi uyardılar, dört diyarı dolanıp, günbatımına vardılar. Ak dona büründüler, kuş olup uçtular da yılan olup süründüler, kurt olup göründüler.

Oğul! Kamlar göklerle konuşur, Bay Ülgen’e danışır, dondan dona Görklü Tanrı neye isterse dönüşür. Kamlar Tanrı’ya kulak verir, Tanrı cümle yaratığı onlara ulak verir, sıfatına kam denenin artık adı anılmaz, tanrıya dilmaçlık eder kamlar asla yanılmaz. Düşmanları Erlik’tir ki bastığı yer bunludur, bin kere bin fikirli bin bir oyunludur, gökten şüphe ettirmeye çaşıt salar Yek gönderir, gök kamların ayağına bin çeşit köstek gönderir.

Oğul! Çağı çatanda Bay Ülgen, ak donuna sarındı, Han Tengri’nin pınarlarında yıkanıp arındı, Erlik Han’a karşı geldi, kılıç vurup kalkan çeldi, Erlik kara donludur, türlü türlü oyunludur, bir o çaldı bir bu vurdu, iki tanrı birbirine yaman lanet savurdu. Tanrı tanrıya baskın gelse, gök çöker yer yarılır, biri basıp meydan alsa, ya yer ya gök darılır. Gök Tanrı buyruğun verdi, ikisini de yere serdi, donlarından azad edip katına aldı kayırmadı, bu ak bu kara demedi, ikisini ayırmadı. Altayların uzağında, bir ormanın kırağında, tanrıların vuruştuğu ata kamların çağında, iki don kaldı geriye, biri karlardan beyaz, biri geceden siyah, birinde tanrının kutu, birinde günah.  

Oğul! Bana Kayan derler, kam sözünü yayan derler, ozanların ulusuyum, bin bir boşun dolusuyum, sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Bu kamların dileğidir, elim gök kamların eli, bileğim tanrı bileğidir, kaç bin yıllık uykumdan uyandırıldım, bu gece kapına dayandırıldım. Erlik Han’ın kara donu çalındı, Bay Ülgen’in akça donu bulundu. Ben kamların bakşısıyım, emanetin bekçisiyim; sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Emanete hıyanet olmaz, hainde din diyanet olmaz, ak donun giyilme çağı erdi, görklü tanrı bu muştuyu benim neslime verdi, dilerim Yek usunu bulandırmasın, kanını sulandırmasın. Akça oğul, gökçe oğul, seni Erlik kandırmasın, kutlu olsun vazifen Gök Tanrı utandırmasın!”

Batıralp kan ter içinde uyandı. Pek rüya görmezdi, mezarlığa nazır çay bahçesinde sarıklı mezar taşlarını bir süre seyre dalıp, griden ve yağmurdan tiksinmiş bir halde evine döndüğünde yastığa kafasını koyuşuyla kendini içinde bulduğu bol kavgalı rüyalar hariç. Rüya görüyorsa, sadece bu rüyaları görüyor olmalıydı, hatta belki aynı rüyayı tekrar tekrar görüyordu: Çirkin adamlar, hatları belirsiz, karanlıkta acemi fırça darbeleriyle şekillendirilmiş gibi her an beliren ve her an karanlığa karışan gövdeler, boşa giden yumruklar ve her defasında kaçan adamların arkasından bakış; ve uyandığında dahi sıktığı dişlerinde elektrik gibi titrediğini hissettiği öfke. Yüzlerini görememek, boğazlarını sıkamamak, çenelerini dağıtamamak; gözlerine bakamamak öfkeyle, ama çirkin olduklarına –tuhaftır ki- emin olmak. Hele uyanmak; iki kere öfkeli oluyordu uyandığında, neden olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığı rüyasındaki sebepsiz öfke ve bir şekilde boğazlamak istediğine emin olduğu çirkin adamların sırrını anlayamayışından doğan hırs.

Yine de, bütün günleri bu rüyaların etkisinde geçmiyordu; pek sık olmazdı çirkin adamların gece ziyaretleri. Olduğunda birkaç gün etkisinden çıkamazdı, o kadar. Ardından herkes gibi yaşamaya devam ederdi, lüzumundan fazla gülmeden, lüzumundan fazla somurtmadan. Hiç kimsenin sıradan olmadığı ve herkesin sıradan olduğu dünyada hiç kimse onun kadar sıra dışı değildi ve o herkes kadar sıradandı. Ve Batıralp, kan ter içinde uyandığı o sabaha dek herkes kadar sıradan olmanın rahatlığıyla yaşayıp gitmişti işte, sıra dışı rüyalarıyla hafiften gurur duyarak.

Ancak işte kan ter içinde uyanmıştı Batıralp, öfkeden dişleri kenetlenmiş, yumruğu sıkılmaktan parmak boğumları beyazlamış asabi bir uyku mahmuru gibi değil. Karanlıktan korktuğu yaşlarda hissettiklerini hissediyordu şimdi, sanki onu kovalayan ilk köpek yine peşindeydi ve o yine beş yaşındaydı. Rüyasına tuhaf kafiyelerle konuşan bir ihtiyarın girmesinin bekleneceği bir adam varsa dahi, o Batıralp değildi ve zangır zangır titriyordu; korkuyordu, çirkin adamların yüzünü göremeyişinin doğurduğu öfkeye inat, şimdi ne olduğunu anlamıyor ve bu kez öfkelenmiyor, siniyor, küçülüyordu.

Bir sigara yaktı. On dört yaşından beri her gün, uyandığında ilk işi sigara yakmaktı; bu defa uykudan yeni uyanmışlıktan acemi ellerle değil, ürkek ve titreyen ellerle aramıştı paketi komodinin üstünde. Dumanı içine çekti, bir an tavana dikti gözlerini. “Altı üstü bir rüya, abartmaya gerek yok” dedi, kalp atışları yavaşlıyordu, titremesi geçiyordu. Bir nefes daha çekip tablaya bıraktı izmariti, ve yavaşça doğruldu yataktan, gözlerini ovuşturdu. Ve kafasını kaldırdığında, dolabının üzerine asılmış bir beyaz kaftan gördü.

(Devamı, meçhul bir tarihte gelecek.)

M. Bahadırhan Dinçaslan

28 Eylül 2013 Cumartesi

Duran Dinçaslan'ın Vasiyeti

Babamın, "koca adam"ın, dinlediğimden beri aklımda ve gönlümde çevirip durduğum, evlatlık hakkım için bir iki mısraının hükmünü "modifiye" etmeyi kendime çok görmeyip uyguladığım ve ölene dek uygulayacağım vasiyeti:

Gel

Ayak yürümek diler baş gövdeye yabancı
Biz görünen haine hadlerini bildir gel
Horlandığın yetmez mi? kapat kapıyı hancı
Çık yeni akınlara, kalk borusu çaldır gel

Nasır tutmuş beyinler insanlık lime lime
Yitirdiğin yerdeki insanlığı buldur gel
Harab kalbe güneş ol vur neşteri sineme
Uyandır uyuyanı, ya mevtasın kıldır gel

Perişan yavruların çatlak dudaklarından
Buğu buğu yükselen özlemini doldur gel
O tûba ağacının güllü budaklarından
Sadağına birer ok şaşmaz diye dildir gel

Yelken aç ölümlere korsanlardan korkma ha!
Barbaros ol denizde yüzümüzü güldür gel
Gönüllere tohum at işte nadasta saha
Kul oluver Yavuzca kulağını deldir gel

Öldürüver nefsini göz yaşında diril de
Yaradana teslim ol, masivayı sildir gel 
Yeniden yaz tarihi gece gündüz yorul da
Kırılsın paslı zincir, tagutları yıldır gel

Şerefli bir milletin zillete düşen oğlu
Çığ oldu ızdıraplar, saçlarını yoldur gel
Beşiklerde büyüyor nice Alparslan bağlı
Şehitlik kefenini kıratınla aldır gel

Şu billur kadehlerden içme artık zehiri
Sırça sarayları yık, kazanları kaldır gel
Kendimize gelmenin ne güne dek tehiri?
Her şeyinden vaz geçip Mecnun gibi çıldır gel

Emiver imbik imbik özsuyunu Kur’an’ın
Ateş at gönüllere en derine daldır gel
Takas etme ruhunu ricasıdır Duran’ın
Öl ama eğilme hiç, gül yüzünü soldur gel

Duran Dinçaslan

Ben bana eğilmektense öpmeye kıyamadığı gül yüzümü soldurmayı ve nihayet ölmeyi emreden bu adamı babam diye değil, adam diye çok seviyorum.



 

Babam yaklaşık şu an benim olduğum yaştayken... Zamanının üstün fotoşop teknolojisi göz dolduruyor :) Gelen sorular üzerine ekleme ihtiyacı hissettim, hala sağ, tan yerinin tanrısı uzun ömür versin, göbeğinin gölgesi başımızdan eksik olmasın.

24 Eylül 2013 Salı

Waldeinsamkeit

Medet mısralarım medet ses geliyor ormandan*
Ben değilim bu sürreal tablodaki ucube
Elim desen tutunduğu etek dolusu yalan
Gözüm desen gözbebeğim başka gözlere gebe

Sesler geliyor ormandan medet kadim sağırlık
Bu bir iyelik sancısı: Hırslar, aşklar, hevesler
Duyuyorum: Üzerimde Atlas* yükü ağırlık:
Bir plaka kaydettiğim doğum öncesi sesler

Hiç doğmamış, hiç görmemiş, duymamış olmak vardı
Bir kez duydun, ebediyyen üzerinde lanet: "kün!"
Bu kirli sarı elbise seni bir defa sardı
Artık huzur yok: Gözüne tuzak kurar gördüğün

Sen ey zavallı çocuğu toprağın iğfalinin
Sen ey kanıbozuk dölü gökyüzünün: ağla dur!
En önemsiz ayrıntısı tanrının hayalinin
Gömül kabusuna, çağır, annen gelmesin, kudur!

Balıkların umru değil okyanus ve mutlular*
Sen, küçücük fanusunu kocaman umursadın
Sonunuz hiç, taliplerin boşuna umutlular
Vuslatını bir müstakbel aşka saklayan kadın

Sesler geliyor ormandan hem bildik hem yabancı
Ve ben aklımı yitirdim kendimle konuşarak
Göbek deliğime yakın pek aşina bir sancı
Ormanda bir başımayım döküldüm yaprak yaprak

Doğduğu günü kutlayan dünya dolusu sefil
Milyonlarla paylaştığı biricikliğe meftun
Değil, değil bu yıllardır aradığım şey değil
Benliğim! Bana "ben"i ver gerisi senin olsun

Benim ruhum, benim aklım, benim benliğim! Ya ben?*
Mülk maliki tanımlamaz! Mülkiyet hırsızlıktır!*
Dört yanın Ebrehe* kalbim! Dümdüz olurken Kabe'n
Kırık kanat Ebabiller ağıdında: "Yazıktır..."

Oysa güneşin altında yeni bir şey yok, heyhat!*
Ram olduğun, ilk tanrının sonu malum yazgısı
Bütün hikayen bu kadar küf kokulu ve bayat
İşte insan!* Ve ırzına şeytan geçmiş algısı...

24.09.2013
M. Bahadırhan Dinçaslan

Waldeinsamkeit: "Ormanda yalnız olma hissi" anlamında Almanca bir sözcük.
Ses geliyor ormandan: Bir Necip Fazıl dizesi.
Atlas: Yunan Mitolojisinde arzı yüklenmekle görevli Titan.
Kün: arapça "ol!"
Balıklar ve okyanus: "Cihanara cihan içredir arayıbilmezler / Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler" (Cihanın süsü cihan içindedir aramayı bilmezler / o balıklar deniz içindedir denizi bilmezler) diyen Hayali'ye bir gönderme.
Benim ruhum, benim benliğim: Necip Fazıl'dan ödünç aldığım bir diyalog parçası. Yanılmıyorsam Hasta Kumarbaz karakterinin, özetle "herşeye benim diyebilen 'ben' nerededir?" diye sorguladığı bir kısımdan.
Mülkiyet Hırsızlıktır: Proudhon'a ait bir söz.
Ebrehe: Efsaneye göre, Kabe'yi fillerle yıkmaya gelen, Ebabil kuşlarının saldırısıyla bertaraf edilen komutan.
Güneşin altında yeni bir şey yok: İncil'den. "Nihil novi sub sole."
İşte insan: "Ecce homo!" Latince, "işte insan" ya da "işte o adam" anlamına gelir. Romalı vali, çarmıhtaki İsa'yı göstererek böyle demiş. Hıristiyan sanatında, İsa'yı tasvir eden sanat eserlerinin bir damarının ana temasıdır. 

"Language bearers, Photographers, Diary Makers,
You with your memory are dead, frozen
Lost in a present that never stoops passing
Here lives the incantation of matter
A language forever"






20 Eylül 2013 Cuma

Uzun Yol Türküsü

Falımda çık, düşüme gir, dilber bir haber yolla
Ay mı oldu yıl mı oldu merağında kalmışım

Söyle ki, ben, ey uşşakın arz-ı mevudu, neden
Cümle alem vaslındayken kırağında kalmışım?

Gün mü doğmuş umrum değil ben hala o seherde
Gözbebeğinde titreşen çerağında kalmışım

Rakip yarinin zülfüne berdar olmuş övünür
Ben fakir bir zavallı tel tarağında kalmışım

El almış payını ezel taksimi bereketten
Neden arzın senden yana kurağında kalmışım?

Yarın alırız öcünü bugün işkencesinin
Külli atin karib, gam mı ırağında kalmışım?

M. Bahadırhan Dinçaslan

*Külli atin karib: Bütün gelecekler yakındır anlamında bir ayet.

13 Eylül 2013 Cuma

Turan Manzaraları

2010 yılında yazdığım bu şiirimi, üç bölüm olarak yayımlamıştım. Daha sonra Siyah Beyaz KSP Dergisinde de yayımlandı...

Bir küçük kız çocuğu portresiyle başlayıp, yaşlı bir anne portresiyle biten bu şiirim, belki "en güzeli" değildir ama, en kıymetlisidir. Turan coğrafyasının üç yerinden seçtiğim üç "başarısız ihtilal"in üzerine kurguladığım yapı, umuyorum ki, başarılı bir Turancı hareketin hırsını ve hevesini sağlayan tohumlardan biri olacaktır. O gün, Turancılık uğruna elinden geleni ardına koymamış bir "safdil Turancı" olarak, ruhum şad olur... 1956 Macar İhtilali, 1943 Osman Batur'un kalkışması ve 1944, Türkçülük olayları...

---------

Turan Manzaraları I: "Macar Kızı"
Macaristan, Meçhul Bir Yer,1956

-Macar İhtilalcilerine ithaf olunur-

Yitirmek kadar mavi
Gözleri birer ufuk
Çelikten daha kavi
Som yalaz bir soyluluk!
On beş asırdır buruk...
On beş asırdır yaşlı...
Ağlayan bir çift kumru
O iki göz çukuru
Bir tarih kadar yaşlı
Bir bebek kadar diri
Ah o Macar gözleri;
Yüzyılların zülmünü
Kahrı, derdi ve hüznü
Mermerden potasında
Eritmiş gibi gri...

Ne yasa tanır ne din
Amansız bir tecridin
Bu kız tam ortasında
Yapayalnız ve mağrur
Etten kemikten bir sur!
Tek başına bir vatan...

O soylu çehresinde
Nakış nakış bir budun*...
"O"dur ayakta tutan
Kalesini umudun;
Loş ve gotik bir zından
Bütün bir Macaristan!
Kendi kendine esir
Her mahkum, hücresinde...
Birer ağıt yükselir
Yurdun her köşesinden
Âtî* endişesinden
Emese* kabus görür,
Turul* kafeste çürür!

Ama bu kız, ah bu kız,
Gökte Macaristan'ın
Bahtını yazan yıldız,
Tek başına Turan'ın
Ümidi olan bu kız
Parlayacak bemberrak
Sürsün diye ışığı;
Rahminde taşıdığı
Yıldızı doğuracak!

M. Bahadırhan Dinçaslan

*Budun: Millet
*Âtî:Gelecek
*Emese: Macar efsanesinde, Arpad'ın büyükannesi. Gördüğü bir rüya ile, Macar Kraliyet soyuna hayat vermiştir.
*Turul: Türkiye Türkçesi ile Tuğrul. Simurg ya da Anka olarak da bilinen, Türklerce kutsal sayılan efsanevi kuş. Macar kültüründe çok önemlidir. Emese, rüyasında bu kuşu görmüştür.

---------

Turan Manzaraları II
Orta Asya, Meçhul Bir Yer,1943

-Osman Batur'a ithaf olunur-


Ufukta bir çatık kaş
Han Tengri(*)... Kan lekeli
Kızıl yalaz öfkeli
Tanrı'ya kalkan bir baş!
Esen yelde narası,
Akan selde yarası...

Uğul uğul bir kıta
Han Tengri'nin dizinde
Her tan vakti ufukta
Bir muştunun özlemi
Bir elem denizinde
Eski mahzun bir gemi
Bata çıka yüzüyor
Yelkeni delik deşik
Lif be lif, iplik iplik
Rüzgarları süzüyor
Bozkır... Bozkır ağlıyor
Bir pınardır çağlıyor
Çağların yoğurduğu
Üç asırlık bir zulmün
Biriktirip gün be gün
Hışımla doğurduğu
Öfke şaha kalkıyor!

Gidenlerin ardından
Ataların yadından
Hece hece süzülen
Ağıtlar diken diken
Batıyor gönüllere
Hışımla, ihtirasla
Ve bir kez daha asla
Eğilmemek üzere
Üç asırdır üzülen
Ülke şaha kalkıyor!

*Han Tengri:  Tanrıdağları'nın en yüksek doruğu, kızıl parlamasıyla bilinir.

M. Bahadırhan Dinçaslan

---------

Turan Manzaraları-III
Küçük Asya, Meçhul Bir Zından, 1944

-Nihal Atsız'a ithaf olunur-

Babek'in çağrısıdır
Gök kubbede çınlayan...

Hücreyi arşınlayan
Genç bir Turancı değil
Bir yürek ağrısıdır...
Yaşıtlarının sefil
Bir gayenin peşinde
Hırsına aldırmayan
Henüz yirmi beşinde
Pırıl pırıl bir isyan...

Beş bin senenin yükü
Bu yiğidin omzunda
Çaldığı kopuzunda
Beş bin senelik türkü
Beş bin senelik feryat
Beş bin senelik tutku
Yıpratsa da istibdat
Onun genç dimağını
Bilemiş bıçağını
Aklında Bursa nutku
İçinde çelik yürek
Adı gibi biliyor
Asla yenilmeyecek
Turan kurtulana dek!

...

Genç adamın anası
Utanarak siliyor,
Kabardıkça derini
Bütün bir ırkın yası
Tutuşan gözlerini...

Ey bu genç kahramana
Sütünü veren ana!
Kerküküm esirse de
Ve kanına girse de
Gardaş bazen gardaşın
Sen kalbini ferah tut
Kurtulacak Turan yurt,
Dinecektir gözyaşın!

M. Bahadırhan Dinçaslan

8 Eylül 2013 Pazar

Müşrik

Zamana yemin olsun ki uşşaka hüsran yoktur
Zira bir dem halk olana bir daha nisyan yoktur

Benim ahım ayet ayet ağar arşa, dilara!
Aksi çınlar o buudda ki zaman mekan yoktur

Yevm-id-dine dek nücum-u asumanı o yakar
Elestîden beri bundan özge kehkeşan yoktur

Melül oluptur ez-cümle levh-i mahfuz kârisi
Kelam-ı Hakk'a nazire sözümde yalan yoktur

Hallakın üç hurufuna mahlukun üç hurufu
Kıyas eden der ki haşa rahmet-i rahman yoktur

Ben bir nazire dedim ki sure-i Fatiha'ya
Demesinler bir manzum-u seza-yı Kuran yoktur

Maksat medh-i hasen ise benim de asarımda
Ol kitab-ı mukaddesten zerrece noksan yoktur

Nasıl methindedir alem ruz u şeb yaradanın
Methinde gönlüm içre bir alem. Ki imkan yoktur

Vasfın nakş-i mukim etmek bir uzunca şiire
Kaddin tasvir etmekliğe layık bir lisan yoktur

Sen salınsan yoktur gülün endamında letafet
Konuşsan bülbülde avaz şairde sühan yoktur

Benim yandığım İbrahim ateşidir aşkında
Ol melekler mayasıdır suzunda dühan yoktur

Kavl-i ezel Neshi kulun saciddir gıyabında
Demesinler ol kafirde ikrar u iman yoktur

M. Bahadırhan Dinçaslan

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Nart Cırı

Kayıp Rıhtım için hazırladığım mitoloji serisinde kullanmak üzere, Sinemis Herdem Yararbaş'tan bazı Karaçayca metinlerin Türkiye Türkçesine aktarılmış halini rica ettim. Kendisi sağolsun, ricamı kırmadı, özverili bir çalışmayla gerekli aktarmayı yaptı. Yazılarımda kullanmadan önce, bir bütün halinde burada paylaşayım, ihtiyaç ya da ilgi duyanlara ulaştırayım istedim.

Otarlanı Omar tarafından seslendirilen haline burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz. Sinemis Herdem Hanımın çevirisine bir kaç ufak düzeltme dışında müdahale etmedim.

Nart Cırı

Shurtuk elleden çıgıp barabız (Şurtuk atanın yurdundan çıktık gidiyoruz)
Nart Örüzmek allıbızdadı (Nart Örüzmek önümüzde)
Anı cüregi kanıbızdadı (Onun sevgisi yüreğimizde)
Anı öhgemligi barıbızdadı (Onun yüceliği hepimizde)
Karlı taulaga biz terk ceterbiz (Karlı dağlara biz çabuk gideriz)
Dommayla kırıp biz keltirikbiz (Mandaları avlayıp getiririz)
Ullu Kuban’dan biz terk öterbiz (Büyük Kuban ırmağından hızlıca ilerleriz)
Kara Nogay’da carış eterikbiz (Kara Nogay bölgesinde yarış yaparız)
Nart atla cerni titretelle (Nart atlar yeri titretiyor)
Culduzlu kökge uçup ketelle (Yıldızlı göklere uçup gidiyorlar)
Sarubek suunu boynun saklaydı (Sarubek suyun/ırmağın başını bekliyor)
Nart ellerina tamçı tamlaydı (Nart yurduna damla damlıyor [yağmur])
Kuugun kazavat ma dev bolluktu (Kovgun / Sürgün savaşı çok muazzam olacak)
Suu ızla saulay kandan tolluktu (Bütün ırmaklar kanla dolacak)
Nart sadakları kübe teşelle (Nart okları zırhları deliyor)
Nart sıpınları gelev keselle (Nart kılıçları otları kesiyor) [gelev: ot cinsi]
Nart kalalarıbız öhgem turala (Nart kalelerimiz görkemli duruyor)
Nart elleni caudan saklayla (Nart yurdunu düşmandan koruyorlar)
Dommay uunda soluv bolmaydı (Manda suyunda avlanırken soluk almak yok)
Dommay uunda atıng toymaydı (Manda avında at yerinde durmuyor)
Kolan tuyakga cer çıdamaydı (Alaca toynağına yer dayanmaz)
Kolan tuyagı cerge batmaydı (Alaca toynağı yere değmiyor)
Gemuda atlansa cer titreydi (Gemuda koşarsa yer yerinden oynuyor [Gemuda, Karaçay kahramanlarından birinin efsanevi atı])
Mingi Tau’dan buzla tüşedi (Elbruz’dan [Mingi Tav: Bengü Dağ, Ebedi dağ] buzlar/karlar düşüyor)
Çuuana sırtında sadak atarbız (Çuuana sırtında ok atıyoruz)
İtil boynunda boza tartarbız (İtil kıyısında boza içiyoruz)

6 Ağustos 2013 Salı

Dem Gazeli

Erer fasl-ı seyr-i temmuz eser yaz meltemidir
Ahestedir uşşak eren çün ayş u nuş demidir

Destte duhter-i rez kolda duht-ı merdüm, salınır*
Tenhalara ki macera yârânın mahremidir

Uzananda taht-ı sema seyrinde canan ile
Rahm-i orman ehl-i dile köşk-ü adn taremidir

Reng-i nar-ı verdi çalar uğrudur gûrûb-u sayf
Akşam, taksim-i ganimet-i nevbahar cemidir

Yanar dide-i uşşakın derununda her dem ki
Bu ateş temmuzdan değil sevdanın keremidir

Neshi acep mi kaptırdın gönlünü bir Temmuzda
Kavl-i ezel sayf efsunu, şemistan hikemidir

M. Bahadırhan Dinçaslan

Nedim'in "destide duhter-i rez destde duht-ı merdüm / kime el verdi felek böyle begim dünyada" beytine gönderme.

Hürriyet Kasidesi

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez ianetten

Hakir olduysa millet şanına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten

Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gam rah-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten

Muini zalimin dünyada erbab-ı denaettir
Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten

Hemen bir feyz-i baki terk eder bir zevk-i faniye
Hayatın kadrini âli bilenler hüsn-i şöhretten

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten

Durup ahkam-ı nusret ittihad-ı kalb-i millette
Çıkar asar-ı rahmet ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvir-i alem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihan titrer sebat-ı pay-ı erbab-ı metanetten

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za'f u betaetten

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir
Hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki aladır vezâretten sadâretten

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir
Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bidâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Namık Kemal

Günümüz Türkçesine aktardığım kadarıyla:

Asrın hükümlerini sadakat ve selametten çıkmış görüp
Çekildik izzet ve talih ile hükümet kapısından

Kendini insan bilenler halka hizmetten usanmaz
İnsanlık sahibi olanlar mazluma yardımdan el çekmez

Millet hakir olduysa şanı eksilir sanma
Cevher yere düşünce kadir ve kıymetten de düşmez

Vücudun ki hamuru ve mayası vatan toprağındandır
Vatan yolunda çile ve sıkıntı ile toprak olursa gam değildir

Zalimin yardımcısı dünyada alçaklık erbabıdır
Acımasız avcıya hizmet etmekten zevk alan ancak köpektir [av köpeği]

Sonsuza kadar kalacak bir feyzi terk eder geçici bir feyze
Şöhretin güzelliğinden hayatın kadrini daha üstün görenler

Halkta hayatın uzunluğuna bunca rağbet nedendir
Emaneti saklamaktan insana menfaat getiren nedir ki? (Emanet, burada, Tanrı emaneti, "can" anlamında)

O ki, cihanda kendini her fertten alçak görür
Kendi nefsinden utanmaz da utanır kınanmaktan

Anlayan için, felekten intikam almak demektir
Gayreti artırıp utanç/pişmanlık duygusundan faydalanmak

Zafer/başarı hükümleri milletin kalbinin birleşmişliğinde durur
Rahmet eserleri, milletin oylarının ihtilafından / farklılığından çıkar

Bir iktidar sahibinin azminin kuvveti alemi dolaşır
Cihan, metanet sahiplerinin ayaklarının kararlılığından titrer

Kader, her feyzini, her lütfunu bir vakit için saklar
Milletteki zaaf ve gevşeklik yüzünden ümitsizliğe kapılma

Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir
Felekte talih utansın nasipsiz himmet erbabından

Işık henüz en yüksek makamından uzaksa, mecburiyetindendir
Tabiat yerde kalan kabiliyetten utansın

Biz o Osmanlı soyunun yüce ocağındanız
Baştan ayağa mayamız hamiyet kanıyla mayalanmıştır

Biz o himmet ailesi gayret ve ciddiyet erbabıyız ki
Bir küçük aşiretten cihana meydan okuyan bir devlet çıkardık

Biz o yüce yaratılışlılarız ki hamiyet meydanında
Zelil olarak ayak altında toprak olmak, mezar toprağından daha kötüdür bizim için

Hürriyet savaşı korkulu ateşlerle dolu olsa gam değil
Yiğit olan bir can için gayret meydanından kaçar mı?

Celladın cana kast eden kemendi insafsız bir ejder de olsa
Esaret zincirinden yüz bin defa daha iyidir

Felek bütün cefa sebeplerini toplasın gelsin
Millet yolunda çalışmaktan dönersem kahpeyim

Süreç boyunca çektiğim sıkıntı ve zorluklar anılsın
Ki bunun en kötü zevki dahi vezirlik, sadrazamlık zevkinden yücedir

Vatan vefasız, alaycı bir nazlı kıza dönmüş ki
Ayırmıyor aşkının sadıklarını gurbetin elemlerinden

Korkunun ve yalvarmanın uzağındayım
Benim indimde görevim menfaatten, hakkım da hükümetin kötülüklerinden üstündür

Ey zalim, milletin civanmertleriyle kavgadan kaçın
Hamiyet kanının ateşiyle erir zulüm kılıcın

Adaletsizlik ile, zulüm ile hürriyeti imha etmek ne mümkündür
Eğer gücün yetiyorsa çalış, insanlıktan idrak yeteneğini kaldır

Gayret cevheri gönülde elmasa benzer
Tazyiğin şiddetinden ağırlığın tesirinden ezilmez

Ey hürriyetin güzel yüzü, ne büyülüymüşsün ki
Esaretten kurtulduysak da aşkının esiri olduk

Şimdi kalbi cezbedecek güç sendedir, güzelliğini örtme
Güzelliğin, milletin bakışlarından ebediyyen yok olmasın.

Ey gelecek ümidi, ne candan sevgili imişsin
Cihanı bin türlü ümitsizlik ve dertten senmişsin azad eden

Hüküm çağı senindir hükmünü dünyaya yay
Tanrı talihini her türlü afetten korusun

Zulmün köpeklerine kaldı gezdiğin güzel ovalar
Uyan ey yaralı kükreyen arslan, uyan bu gaflet uykusundan

2 Ağustos 2013 Cuma

Turandoht

Tu pure, o Principessa,
Nella tua fredda stanza,
Guardi le stelle
Che tremano d'amore e di speranza.
Ma il mio mistero e chiuso in me,
Il nome mio nessun sapra!
No, no, sulla tua bocca lo diro'
Quando la luce splendera'!
Ed il mio bacio scioglierà  il silenzio
Che ti fa mia!

Ver emri Turandoht yüzülsün derim
Görküne adaktır Tatar'ın canı
Aramızda duran yazgıysa, heyhat!
Helaldir, koy aksın putperest kanı
Karanlıkta el yordamı bir cihat:
Bir çift Ebu Leheb şimdi ellerim!

Turandoht, Turandoht, arardım seni
Akından akına yakın ve uzak
Şahidim yeşil Don ve mavi İtil
Boydan boya bütün bu deşt-i Kıpçak
Eriştim vaslına, elimde değil
Dönemem, ya öldür, ya güldür beni

Kaç aşık asıldı beliklerine
Gamzenle kaç gönle ateş düşürdün?
Hatırla, Turandoht, balalıkta sen
Kış çatar, gün batar, gece üşürdün
Titrerdim kaç fersah uzağında ben
Dokundukça gece iliklerine...

Şimdi sen Turandoht, gece mi oldun?
Işığın karanlık, soğuk, uğursuz
Ne oldu, meylini kötüye verdin?
Ne zamandır çaldı yüreğini buz?
Dün hür ve yabani, hoyrat gezerdin
Bozkırın kızıydın, ece mi oldun?

Turandoht, seninle aynı toprağın
Ve aynı göğün biz çocuklarıyız
Derinlerde bir yerlerde gözünde
Gülümsüyor aynı bala, aynı kız
Bu zalimlik yoktu senin özünde
Gülümse, Turandoht, çözülsün bağın

Kastetme canıma, gel canına kat
Atalar ve Mingitav hakkı için
Ah Marja! Umay ve Ayzıt aşkına
Bu kaskatı zırhı kuşandın, niçin?
Soyun gel, Turandoht, sokul yakına
Eve dön, Turandoht, elini uzat

Öp beni kırılsın bu kafir tılsım
Efsunun kafidir ey gökçek peri
Bağladın gönlümü zaten zülfüne
Ta ebede değin, ezelden beri
Göğe bak! Selam ver yükselen güne
Turandoht! Konçuyum, hanımım, aşkım!

M. Bahadırhan Dinçaslan

Not: Turandoht operası malumdur, Giacomo Puccini'nin eseri. Operada, Timur'un oğlu "Tatar Prensi", yanlış hatırlamıyorsam, soğukluğu ve taliplerini öldürmesiyle meşhur prenses Turandoht'a aşık olur. [Turandoht, farsça "Turan'ın kızı" demek.] Operanın sonunda, girişte alıntıladığım sözlerden sonra, Turandoht'un kalbini yumuşatır ve sevgisini kazanır. Bu hikayeden ilhamla, kendi hikayemi kurgulamak istedim: Bozkırlı, yanık bir delikanlı ve içinde saf, samimi bir öz taşıyan, ama dışarıdan buz gibi bir asalet taşıdığı  için "yaklaşılmaz" görünen bir kızın hikayesi...

Girişteki alıntının Türkçesi (kör-topal bir çeviri ile):

"Sen de, prenses
Soğuk odanda
Aşk ve ümitle titreşen
Yıldızları izliyorsun
Ama benim sırrım içimde yatıyor
Adımı kimse bilmeyecek!
Hayır, dudaklarına kavuşunca söyleyeceğim
Gün doğduğunda
Ve öpücüğüm kırdığında
Seni benim yapan sessizliği"

28 Temmuz 2013 Pazar

Sarız'ın Ozanı

De ha a piszkos, gatyás, bamba
Társakra s a csordára nézett,
Eltemette rögtön a nótát:
Káromkodott vagy fütyörészett.

Ady Endre


Sarız'ın Ozanı

Beni kimsecikler anlamaz madem 1
Sen dinle, sen anla, sen söyle Asya 
Anlat nasıl içleniyordu dedem
Ağlardı anam da mı böyle Asya?

Kurdun kuşun dilinden konuş bana

Ağaçların elinden konuş bana
Çapıt bağlı dalından konuş bana
Ben mahzun, sen mahzun... Kal öyle, Asya...

Ha öküz, goc'öküz, ebeda öküz 2
Yeter Asya! Soldu çiçek, vurdu güz
Dinle, dudağımda bir ıslık öksüz
Vedalaşıyorum ben köyle, Asya...

M. Bahadırhan Dinçaslan


1: "Beni kimsecikler anlamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem"

Necip Fazıl Kısakürek

2: "ha öküz, goca öküz, ebeda öküz..." 

Attila İlhan

18 Temmuz 2013 Perşembe

Sosruknu Cırı

Kayıp Rıhtım için hazırladığım mitoloji serisinde kullanmak üzere, Sinemis Herdem Yararbaş'tan bazı Karaçayca metinlerin Türkiye Türkçesine aktarılmış halini rica ettim. Kendisi sağolsun, ricamı kırmadı, özverili bir çalışmayla gerekli aktarmayı yaptı. Yazılarımda kullanmadan önce, bir bütün halinde burada paylaşayım, ihtiyaç ya da ilgi duyanlara ulaştırayım istedim.

Otarlanı Omar tarafından seslendirilen haline burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz. Sinemis Herdem Hanımın çevirisine bir kaç ufak düzeltme dışında müdahale etmedim.



                            SOSRUKNU CIRI
Nart batırla cortuulga çıkgandıla (Korkusuz Nart kahramanları [batır - bahadır] akına çıktı)
Atlanı urup alga aşıkgandıla (Atlara vurarak acele ettiler)
Nart Örüzmek’di başçıları başları (Başlarındaki Nart Örüzmek’ti)
Sosuruk’du bek kiçileri caşları (Sosuruk idi en küçük erkekleri, en gençleri)

Nart uyadan çıgıp uzak ketgendile (Nart yurdundan çıkıp uzaklara gittiler)
Köp tauladan köp kolladan ötgendile (Nice dağlardan nice ellerden geçtiler)
Bara ketip Nart sanaga cetgendile (Gidip dururlarken Nart Sana'ya [Sana, muhtemelen bir yer ismi] yetiştiler)
Tohtarga onou etgendile (Durmaya karar verdiler)

Nart sanada Nartlanı sanagandıla (Nart sanada Nartları tanıdılar/buldular)
Karıuların sınagandıla (Güçlüleri sınadılar, ölçtüler)
Tögerekde barga cokga karaydıla (Etrafta ne var ne yok baktılar)
Kiyikleni buulanı da maraydıla ( Vahşi geyikleri de gözlediler)

Ot tirgizirge ot tapmay kalgandıla (Ateş yakmak için ateş bulamadılar)
Ot izlerge sen bar men bar bolgandıla (Ateş aramaya sen git ben gideyim oldular)
Sosuruk men barayım degendi otha (Sosuruk ateşi bulmaya ben gideyim dedi)
Kiçi barırga kerekdi allay zatha (Küçüğün gitmesi gerekir öyle işe)

Alay aytıp mingendi sekirip atga (Öyle söyleyip, sıçrayarak atına bindi)
Barı da ıspas etgendile caş Nartha (Hepsi de teşekkür etti bu genç Nart'a)
Sosuruk atha kamçını cetdirgendi (Sosuruk ata kamçıyı geçirdi/vurdu)
Kuşça uçup tau auzlaga kirgendi (Kuş gibi uçarak dağ içlerine girdi)


Çaba corta ol taudan tauga ötgendi (Koşarak dağdan dağa geçti)
Ot carık çıkgan bir dorbunnga cetgendi (Ateşin yandığı bir mağaraya geldi)
Karasa dorbunda ullu ot canadı (Bir baksa mağarada büyük bir ateş yanıyor)
Otnu tögeregine çulganıp dev Emegen catadı (Ateşin etrafına yaslanmış dev Emegen yatıyor [Emegen: Karaçay Nart mitolojisinde devler, karşılaştır: Yeti])

Sermep aldı Sosuruk otdan keseunü (Sosuruk ateşten bir tutam koparıp aldı)
Közüne mıdıh tüşüp uyatdı devni (Gözüne kor düşürerek uyandırdı devi)
Ol zamanda Nar adetleça salam berdi (O zaman da Nart adetlerine göre selam verdi)
Nek kelgenin devge anlatıp kördü (Neden geldiğini deve anlattı)

Unamaydı Emegen otnu berirge (Emegen ateşi vermeyi istemedi)
İzleydi ol karıu küç sınap körürge (Güçlü arıyordu gücünü sınayıp görecek)
Caş bolsa da Sosuruk ustad amalga (Daha küçük olsa da Sosuruk ustadır)
Devge oün üyreteyim dedi alga (Dev’e, öğreteyim o zaman dedi önce)

Ol anga kızgan temirleni cutdurdu (Ona kızıp demirleri yutturdu)
Töppesi bla kaya taşla tutturdu (Kafası ile kaya taşlarını durdurdu)
Kesini kim bolganın andan bukdurdu (Kendisinin kim olduğunu ondan gizledi)
Dev Emegenni otun alıp kutuldu (Dev Emegenin ateşini alıp kurtuldu)

Türkiye Türkçesine aktaran: Sinemis Herdem Yararbaş

Not: Bu efsane parçasını, Oğuzname / Dede Korkut geleneğindeki Basat - Tepegöz öyküsüyle karşılaştırmak verimli olacaktır.


12 Temmuz 2013 Cuma

Sürgün

"that is not dead which can eternal lie,
and with strange aeons even death may die"*

H. P. Lovecraft

Sürgün

"aldan cetken cılgımın
alazı kaydal, kongurey?
aldı kojun çonumnun
alı kaydal, kongurey?"


"Üstümüze gök mü bastı, yer mi yarıldı?"
Sürülerim vardı benim, sürüler hani?
Tanrıyla güreşen kolum... N'oldu, kırıldı?
Tulparlarım, basmacılar, börüler hani?

Hani, ayam içi gibi bildiğim dağlar?
Hani, gökyüzü çadırdı, güneş tuğumdu?
Ahoy ahoy! Ağıtsızım, bana kim ağlar?
Gören tanrı bana niçin gözünü yumdu?

Deşt-i Kıpçak, yollarına bir hacı gibi
Düşerdim ya bir zamanlar sevgilim için
Unuttun mu beni İtil, yabancı gibi
Ardımsıra ufka doğru bakışın haşin

Hangi tanrıyı kızdırdım düşman kesildi
Bir zaman yılkılarımı besleyen ova
Benim göğüm bana böyle meşum değildi
Göğüm de mi esirindir söyle, Moskova?

Tanrım kör oldu, yamçıma tevekkül etsem
Vursam yola ayaklarım nereye çıkar?
Yuvasından düşen yavru kartalım, sersem
Anam atam yok, olurum kuzguna şikar

Atam tamgası çakılmış kamam, kılıcım
Anamın eliyle dikip verdiği gömlek
Hepsini ardımda koydum, bundandır hıncım
Tasam, ağıtsız, höyüksüz ve yuğsuz ölmek

Benim gökçek İtil'ime Volga dediler
Kızıl aktı katil Volga, amansız Volga
Karadeniz! Bir bacımı sende yediler
Şeytan soyu balıkların dalga-be-dalga

Gidiyorum, bir kardeşim burda yatıyor
Üstü dört mevsim bembeyaz karlarla kaplı
Kanından yeşeren güller kırmızı ve mor
Gözleri çivi, her daim doğuya saplı

Uyanacak gökçe kamlar davul vurunca
Sonsuza dek yatabilen ölü değildir
Sonsuzluğun zembereği bir gün durunca
Kardeşim de hesap sormak için dirilir

"Kökde bir carık culduz
Tavga aylanıp batadı
Ay Alanla! Uçkulan'da
Bir Tulpar ölüg catadı"

M. Bahadırhan Dinçaslan

*"Sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir."


7 Temmuz 2013 Pazar

Beyaz Elbiseli Kadın

"där mötte henne en ulv så grå..."*
I.

Ben dağların çocuğuyum, bakışım buzul bakar
Çığlar düşer kulağımdan her gece uğul uğul
Kurt doğuran obaların kanındanım, çarnaçar*
Yaz da olsa, içerimde bir parça baki buzul

Gözlerim bozkır töresi hükmünce epey çekik
Ah gözlerim! Gök Tanrı'nın kılıcının yarası
Ufuklardan bir heyula avlar gibi sert ve dik
Tetikteyim, gelir diye can borcumun sırası

En teprenmez balkanların pençem aşinasıdır
Gün görmedik koyakların kuytusu tanır beni
Teslim olurken en yalnız yazgıya ağır ağır
Her gece gözüme çalar Tanrı aynı kömeni

Ben ulurum, köy ürperir, titrer beşikte bala
Bilmezler, meydan okuma değil bu, ağıdımdır
Bu mu benim aradığım? Bulduğum, bula bula?
Ağlar nafileliğine pençelerimde nasır

II.

Kırım'ın sapsarı ufku bir al tepreşe durmuş
Deşt-i Kıpçak'ın bozundan yeşeren bu gül nedir?
Sanki yıldız ıssıları gökte kurultay kurmuş
Sanki toprak toya durmuş, esrimiş, divanedir

Bu bir yaz gecesi düşü, yavrulukta gördüğüm*
Anamdan emdiğim sütten süzülmüş mayalanmış
Bu benim göğün katında yazgılandığım hüküm
Meğer gönlüm çağlar boyu beyhude oyalanmış

Ahoy Marja! Bir ak gelin, gökyüzünün biyçesi
Umay! Bu kız fahrı mıdır göklerdeki sürünün?
Bu gök maral, bu ay çehre, kaç canavar hevesi
Üleşi olur mu acep bencileyin börünün?

Ayzıt ayın ışığına büründü yere m'indi?
Bu ak donun parıltısı Mingitav şavkı mıdır?
Bir an olsun, o durulmaz, doymaz yangınım dindi
Ah bir lahzanın kutuna adadığım beş asır!

Benim yazgım kara çalar, kara çıkar hep yolum
Ey Ak Kaz'ın kanadından kopan bulutsu telek
Meğer ben tamu yolcusu sen göz aldatan zakkum
Ey seyri latif, vuslatı faniye yasak çiçek

Heyhat! Kurdun yazgısıdır, durmak isterim ama
Dolanmak çağıdır çatan yine dereyi, düzü
Baktığım yerde bir gölge bırakacak daima
Bir yaz gecesi düşüme giren perinin yüzü

M. Bahadırhan Dinçaslan

där mötte henne en ulv så grå: (O kız) Orada bir boz kurtla karşılaştı. [İsveççe]

*"onlar ki kurt doğuran
obaların kanındanmış." [Arif Nihat Asya]

*A Midsummer Night's Dream, "Bir Yaz Gecesi Rüyası", Shakespeare.

Çarnaçar: Çaresizlikle, mecburen
Teprenmez: Sarsılmaz
Balkan: Sarp ve ormanlık kayalık, dağ
Kömen: Hayal
Tepreş: Tatar düğünü
Deşt-i Kıpçak: Kıpçak bozkırı
Issı: Sahip, özel olarak şamanizmde bir nesnenin sahip ruhu
Ahoy: Altay Türklerinde bir ünlem
Marja: Kafkasya'da bir tanrıça ya da dişi ruh
Biyçe: Hanım
Umay: Şamanizmde bir tanrıça ya da dişi ruh
Üleş: Pay, avdan ya da ganimetten paya düşen
Börü: Kurt
Ayzıt: Şamanizmde bir tanrıça ya da dişi ruh
Mingitav: Bengü Dağ, Ebedi Dağ. Elbruz'a Karaçayların verdiği isim.
Ak Kaz: Bir kısım şamanistlere göre, Gök Tengrinin donuna girdiği hayvan
Tamu: Cehennem
Zakkum: Bir zehirli çiçek, aynı zamanda israiliyat etkisi ile, islami geleneğe göre cehennemliklerin yiyeceği