31 Aralık 2019 Salı

Dehri'nin Ölümü

Tilki yılıydı. Kandili ayın yanmadan önce
Musallat olmuştum ürkek bekleyen yedi gence
Uzakların hatifinden meşum çağrı gelince
Bendim düşen önlerine... Dağa işaret ettim.

Buruşan suratta kıvrım kıvrım kesif anason
Girdabımda bir cehennem: Varlık-yokluk... İlk ve son...
Midelerin marazıyım. Bir bulantı, helezon
Küf kokulu duman benim çağa sirayet ettim.

Ben de bir zaman; kendimle baş başa kalana dek
İdrakimin haşyetiyle gözlerim dolana dek
"Lâ!" demenin takatini içimde bulana dek
O, yok deyince yok olan bağa esaret ettim.

Seslendim kara yazının arsız müellifine:
"Duman yalaz naziremdir vavına elifine!"
Yığdım da bütün varımı cinnetin istifine
Yaktım, sunağında durdum yoğa şikayet ettim

Arzum, gevşeyen bir telek Kaf Dağı'nın kuşunda
Ve hırsım bir kahkahadır tanrıların cuşunda
Ebem kuşağı bağladım hiçliğin ağuşunda
Yummadım ben gözlerimi... Göğe emanet ettim.

M. Bahadırhan Dinçaslan


25 Aralık 2019 Çarşamba

Beste

"Gece şafağın layemut şiirini besteler
Aynamda kirpiklerinden akseden bercesteler"

Ne gam susuyorsa deniz bir vakur itikafta
İçimde göllenen girye ırmağı besteliyor

Yağacak yakındır yağmur kuru dudaklarına
Dudağımda bir terennüm sağnağı besteliyor

Son perdeyi aralıyor münteha makamında
Islığım kiraz dalında yaprağı besteliyor

Ahirim kızılca tamu demim ebedi araf
Evvelim düşüne dalmış uçmağı besteliyor

Ağuşumda gül kurusu gözüm bülbül ölüsü
Kuru elim telde yeşil kucağı besteliyor

Yanım yörem yadırgıdır yakına düşman gözüm
Saplanmış ufkun ardına uzağı besteliyor

Seni istikbal için bu şeb-i yelda ardında
Gözümü bürüyen kızıl şafağı besteliyor.

M. Bahadırhan Dinçaslan

3 Aralık 2019 Salı

Atların Düşleri

Bir meçhulün müştakı
Hep öteye merakı
Herkes, dilinde şarkı
Ayrılmış eşlerinden

Herkes, ama herkeste
Bunlu çalan bir beste
Bütün sazlar şikeste:
Zamanın dişlerinden

Hepsi, hepsi düzenbaz:
Ya imamdır, ya papaz
Dem vurmadan konuşmaz
Tanrının işlerinden

Bense yaşama razı
Tutturdum bu avazı
Biraz benden, birazı
Atların düşlerinden

M. Bahadırhan Dinçaslan

25 Kasım 2019 Pazartesi

Ölüm Var

-Rizeli Bir Ağabeye-

Meyhaneye geldi, ellerinde kum
Sızlanan bir Ebu Leheb her boğum
Gözlerinde iplik iplik örümcek

"Ölüm var arkadaş" diyerek girdi
Sohbete, başını bana çevirdi
"Budur şu hayatta yegane gerçek."

Bir meşum denizin tuzuyla kuru
Dudaklarla dedi: "Fakat en zoru
Bir şiire ilham olmadan ölmek."

M. Bahadırhan Dinçaslan

12 Ekim 2019 Cumartesi

Fırat Ağıdı

-Şehit Hacı Bebek'in anısına, bütün şehitlerimize- 

Döşünde gelincik açmış senin süsün emmoğlu
Sadasıdır yüreğinde vuran kösün emmoğlu
Kurt kademi yürürken sen aklıma mehter gelir

Gocavradın malum olmuş dün gece rüyasına
Kara bulut kara yaşmak Binboğa’nın yasına
Teneşire genç konur mu ölümden beter gelir

Hayfın almazsa Avşar’a haremi haram olsun
Kara giysin ağıt yaksın ardından Sarız, Göksun
Olmaz olsun böyle devran ölümüz çifter gelir

M. Bahadırhan Dinçaslan


2 Ekim 2019 Çarşamba

Asker Türküsü

Kan, çamur ve göz yaşından mısralar örüyorum
Mavzerimin tarakası ilhamı meşum vezin
Ufku cehennem yutuyor ben seni görüyorum
Bir munis hatıra gibi ucunda bu dehlizin

Beyhudedir, beyhudedir sana çıkmayan yollar
Nafiledir, nafiledir bu menzilsiz yürüyüş
Ardımda bir altın hayal zayıf anımı kollar
Önüm sıra silüetin ayak izlerin gümüş

Ve hakikat, som çeliğin buzul kokan nefesi
Bütün yolların sonunda kumandansız bir tabur
Gözlerinde Azrail'in yosun kokan gölgesi
Yenilmeye bir reddiye, çarıksız fakat vakur

Bir bensiz sabahı sana getirince doğan gün
Koynuna künyemi kızıl koyunca meşum şafak
Çelenk solar, adımlarla öğütülen ömrümün
Nişanesi, mezarıma bir avuç çakıl bırak


10 Eylül 2019 Salı

Efsane

-Yelken şairi Arif Nihat Asya ve Xan Şuşinski anısına, kıymetli Hocam İskender Öksüz'e armağan-

Toynak sesleri çınlıyor hâlâ Kuray Kırı'nda
Bıçak yarası yeşildir Aralkum'un bağrında
Dinle, hâlâ bir terennüm nişansız mezarında
Taşlar efsanesin söyler: eli, kağanı vardı

Kervankırana aldanmış bu zavallı yolcunun
Gördüğü hep çöl değildi o çekik göz ucunun
Fal açınca kehkeşanı kıskandıran burcunun
Gökte yıldız teyelleyen sahipkıranı vardı

Bir filinta boylu levent bıyığı üç yerinden
Ensesinde düğüm düğüm - omzunun üzerinden
İpeğine dolan rüzgar Allah'ın ciğerinden
Yedi denizde yelkeni, koyu, limanı vardı

Kaf Dağı'nın tepesine kurulunca divanı
Yedi iklim dört diyara erişirdi fermanı
Hâlâ, kara dağlar ardı okur Azerbaycan'ı
Böyle kul olmazdan evvel... Şuşa'nın Hanı vardı.

M. Bahadırhan Dinçaslan



23 Ağustos 2019 Cuma

Mahzun Olma

Mahzun olma, olma mahzun sen yüzünü asınca
Arşa asıyor ruhumu kıvrımı meşum kanca
Bir celep neşter vuruyor yanağımdan içeri

Çöküyor bir kabus gibi melül mahzun duruşun
Sözlerin hepsinden ağır: kelimelerin kurşun
Seherde bir silah sesi şakağımdan içeri

Duyuyor musun sevgilim çığlık çığlık keşişler
Yosun kokulu mabedin mermerlerini dişler
Bir dikenli tel geçiyor kulağımdan içeri

Gün doğsa da üzerime damdan zulmet akıyor
Gözlerinin karanlığı huzmeler bırakıyor
Delik deşik perdelerde şafağımdan içeri

Titriyor göz bebeklerim kapı gıcırtısına
Seni beklerken misafir diye kim geldi bana?
Ayak sesleri ölümün sokağımdan içeri

M. Bahadırhan Dinçaslan

30 Haziran 2019 Pazar

Tempus Fugit

-Kadim çağlarda uykusunda ölen, o çağların tafsilatlı bir çetelesini tutan ciltler dolusu bir eserde adının anılmadığını gördüğüm bir şairin anısına-

Bir avuç çamur al kabristanımdan
Üfle, bir teselli lazımsa sana
Olur ya, tekerrür ederse zaman
Bir mucize olur gelirim cana

Gözlerinde bir tül, yalancı mazi
Dürer bir tomarda gerçeği saklar
Zamanın katibi unutur bizi
En sonunda kendisini bıçaklar

Bir ihtiyar şair uykuda ölür
Değişir izzeti ve dünyasını
Geceleyin bir entrika örülür
Himyer kralları tutar yasını

Sustuğu bir anda hemen herkesin,
Emre ve yasağa bir intifada!
Kavmine seslenen o yiğit sesin
Son sedası nabız kulaklarımda:

Hayat bir tağşiştir, ölüm avarız
İster inan ister kendini kandır
Yaşar ölür yaşar ölür yaşarız
Bizi helak eden ancak zamandır

M. Bahadırhan Dinçaslan

15 Haziran 2019 Cumartesi

Muhalif Ülkücüler Ağıdı

“Gilead’da merhem yok mu” diye ağıt yakan Yeremya’nın, “adımı küçük harflerle yazdılar” diye ağıt yakan Nemecsek’in, Prusya Kralı’nın istimlak emrine “Berlin’de hakimler var” diyen Alman değirmenciye özenen Türk köylünün ve 20 Ağustos 2018’de islamcı ve rusçu olmadığı için hedefe konan bahadırhan’ın beyanıdır:

Küçük harflerle yazdılar ah zavallı adımı
Kalbi yumruğundan büyük bir sokak çocuğuyum
Ankara’da hakimler var, duyar mı feryadımı?
Yusuf eder mi beni de hapsolduğum kör kuyum?

El açsam soyuma düşman yadırgının Allah’ı
Seslensem sesime sağır Ankara’da kulaklar
Omzumda Atlas’ın yükü Ben-İsrail günahı
Hangi ağaç peşimdeki gezler gözlerden saklar?

Nere varsam tuzak kurar ayaklarıma rakip
Küfrün, hırsın ve yemyeşil sineklerin tanrısı
Yedi dedemden yadigar bağı istimlak edip
Değirmende hak öğütür sarayın soytarısı

Ne Yeremya merhem bulur ne Ankara bir hakim
İkbal, kader; Allah bile bidadin elindedir
Hangi kahvede sorarsan cevap budur nitekim:

“Hakim mi? Ne arar beyim. Hakimler Berlin’dedir.”

M. Bahadırhan Dinçaslan

22 Mayıs 2019 Çarşamba

Höyük Vadisi

Tolkien üzerine çalışmaya başladığımdan, akabinde mitoloji ve folklor üzerine ciddi mesai sarf ettiğimden beri, Tolkien'i taklit etme isteği içimde kıvranıp duran bir ejderha gibiydi. Nihayet o ejderha kanatlarını açtı ve boğazımdan yukarı çıkmaya çalışıyor. Hançeremi parçalamadan çıkması için onu ehilleştirmem, sakinleştirmem gerekiyordu. Yıllardır birkaç düz metin pasajı, birkaç manzum parça paylaştığım büyük projem, nihayete eriyor gibi. Öykü birkaç defa değişti, ama motifler hep sabit: Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu mitlerinin, folklorik öğelerinin yeniden üretimi, birkaç ödünç motif ve çok daha az sayıda orijinal konsept... Birlikte Asya'ya benzer bir coğrafyaya gidecek, eski Türkçeye benzer bir dil konuşan, bozkır hayatı yaşayan insanların, dünyanın çok daha büyük olduğunu keşfedişlerine şahit olacağız. 

Çalışmam ilgi görecek mi, bilmiyorum. Edebi düz metinde hiç iddialı değilim, fakat yapmasam olmayacaktı. Bir avuç okurumun eleştirilerini almak için, üç cilt olacağını düşündüğüm çalışmamın giriş bölümünü paylaşıyorum. 

Bölüm I: Höyük Vadisi
Gök atlıların toynaklarından çıkan kıvılcımların çatallı zirvesinin üzerine yıldızlardan bir hale bıraktığı Yalaz Dağı, ay ışığında insana tekinsiz gelen bir parıltıyla titreşiyordu. Batar, iki telli sazını kenara bıraktı, Yalaz Dağı’nı izlediği uçurumun kenarından aşağıya, dağın eteklerindeki pusa dek karanlıkta mor-yeşil uzanan derin vadiye baktı. Büyük Savaş’tan bu yana, binlerce yıldır o büyük savaşta yapılan fedakârlıkları hatırlatan birer nişane gibi dikilmiş sayısız bengütaş, loş ışığın altında vadiye en az dağın tekinsiz parıltısı kadar tuhaf ve insanı ürperten uğursuz bir suret katıyordu. 

Batar bir süre belli belirsiz titreşen bengütaşları izledi. Ne zaman sehere yakın, dolunaylı gecelerde sürüsünü otlatmaya çıksa bu yarın başına gelir, Yalaz Dağı’nı ve eteklerindeki höyük vadisini izlerdi. Yalaz Dağı’nın küçük birer taklidi gibi, üst üste dizilmiş küçük taşlardan oluşan tepeler ve bu küçük tepelerin zirvesine dikilmiş, zamanla kimi eğrilmiş, kimi yıkılmış binlerce bengütaş… Batar bu höyükleri izlerken düşlere dalar, o büyük savaşta Tan ile, Bay Külkün ile saf tutmuş gök atlıların yardımına koşmuş bir yiğit olur, Emegen tepelerdi. Bu düşlerde kavisli kısa kılıcı, boz kürklü, kabaca tüylü, kısa bacaklı atıyla Yerkan’ın karşısına çıkar, Yak boynuzundan borusunu üfler, yoldaşlarını imdada çağırırdı. “Çal kılıcını görklüce Batar, yetiştim!” diye beyler gelirdi yanına, onlarla bir olur, Tan’ı Yerkan’ın elinden kurtarır, yılan saçlı, akrep gözlü Yerkan’ın kellesini keser, Bay Külkün’ün ayaklarının dibine atardı. 

Bir baykuş sesiyle ürperdi Batar, kendine geldi. Düşlerinin kan kokulu, şöhret efsunlu, mertlik ve yiğitlikle bezeli ihtişamından, bir el tarafından zorla koparılıp, yeryüzüne geri bırakıldı. Başını çevirdi, yarın kenarına temkinli bir mesafe bırakıp otlayan sürüsüne baktı. “Acunun başka bir yerinde, ermiş bir ozan, yahut bıyığına adam asılır bir babayiğit olabilirdim,” diye iç geçirdi. Toparlandı, iki tellisini aldı, sürüsüne doğru yürüdü, bir ıslık tutturdu. Kafasını çevirdi, yarın kenarından, vadiye bir kez daha bakacak oldu. Fakat o da ne! Vadide birileri vardı. Belli belirsiz, uğursuz bir biçimde saydam, ama şüpheye yer bırakmayacak kadar gerçek birtakım silüetler, taşların arasında geziniyorlardı!

Sürüsüne tekrar baktı. Köpeği, bir sağa bir sola koşuyor, sürüyü uçurumdan uzak tutuyordu. Sadık canavar, hep böyle bir o yana, bir bu yana koşar, sürüyü bir arada tutar, kurda koyunu, alıcı kuşa kuzuyu yem etmezdi. Ne uçurumdan düşmelerine izin verirdi, ne ağıla sürülürken sağa sola kaçmalarına… Bir ismi yoktu zavallının, bir erkeklik etmemiş, bir düşman tepelememişti, pek ehemmiyetsiz bir çobanın köpeğinin ismi olacak hali yoktu ya? Köpek aşağı, köpek yukarı. Batar için de böyleydi bu, avuldaki diğerleri için de. Bir gün, sahibi düşlerinin peşinden koşacak olur da, nam kazanırsa, onun da bir adı olurdu belki. 

Sürüsünü köpeğine emanet etti. Koşar adım, yarın az uzağından vadiye doğru inen epey meyilli yola seğirtti. Kumlarda kayıp, ayağı taşlara takılarak, tökezleyerek, yuvarlanarak aşağı indi. Üstü başı toz içinde kalmış, elini, yüzünü dikenler kesmişti. Fakat vadideki silüetlerin görüntüsü aklından çıkmıyordu. Bir an önce yakından bakmalı, höyük iyelerine ulaşmalıydı. 

Uçurumun dibinden vadiye doğru genişleyen korunun içindeydi şimdi. Karanlıkta, Batar’ın paldır küldür koruya dalmasından huzursuz olan gecenin yaratıkları  tehditkâr seslerle tepki veriyorlardı. Batar aldırış etmedi, kan ter içinde korunun bitimine vardı. İşte vadi, işte höyükler karşısındaydı. Fakat bir zayıf sisten başka bir şey yoktu ortalıkta. Acaba sisin insanı aldatan kıvrımları gözüne adam silüetleri gibi mi görünmüştü? Yoksa, onu düşlerinden koparan baykuş sesi tam uyandıramamış da, yarı uyanık düş görmeye devam edip, hayalini kurduğu beylerin geride kalmış huzursuz ruhlarını, bin yıllar sonrasında aynı vadide gezinirken mi hayal etmişti? 

Adımları yavaşladı. Höyüklere doğru çekilmeye devam ediyordu, o yürüdükçe sis deri çarıklarının etrafında kümeleniyor, sanki onu bir düşler âleminin içine çekiyordu. Yavaş adımlarla en yakınındaki höyüğe ulaştı. Birden aklına geldi, bu vadiyi on beş kış görmüş ömründe belki yüzlerce kez izlemiş, birkaç defa da bu höyükler arasında dolaşmıştı. Fakat şimdiye dek asla, küçük tepelere tırmanıp da, bengütaşta yazılanları okumaya yeltenmemişti. Ebesinin ona tamgaları öğrettiği zamanları hatırladı. Aklından tamgaların anlamlarını geçirerek, höyüğün kırık dökük taşlarını tırmanmaya başladı. 

Bengütaşa ulaştığında, tamgaların taşın bütün yıpranmışlığına, höyüklerin bütün eskimişliğine rağmen, dün kazınmış gibi taze olduğunu hayretle fark etti. Yavaş yavaş, iki anlamlı tamga yazısının bilmecelerini çözerek, ulaştığı bengütaşta yazılanları okudu:

“Külüg Çor'um ben, Bayca Sengün'ün oğlu. Gamsız büyümüştüm ya, gam bu imiş. Gökyüzündeki güneşe, yeryüzündeki yurduma doyamadım. Evdeki evdeşimden, kırdaki oğlumdan ayrıldım.”
İşte, hep hayalini kurduğu, cenkteki kahramanlıklarını dinlediği o yiğitlerden birinin ağzından yazılmış kitabeyi okuyordu şimdi! İlk defa, hayalindeki o isimsiz ve biçimsiz kahramanlarla temas etmişti. İlk defa, gök atlılarla saf tutan insanlardan biri, dimağında bu kadar gerçekti. Külüg Çor’un kim olduğunu merak ediyordu şimdi, neye benzediğini, bıyığına kaç düğüm attığını, oku mu, kılıcı mı yeğlediğini… Külüg Çor, artık, biçimsiz bir ruhlar çorbasının, çoklukta cismaniyeti ve tekliğini yitirmiş, herhangi bir damlası değildi. O bir insandı, kendi gibi, bir hikâyesi, bir kimliği, bir benliği vardı. 

Bu yeni keşfi ve o kahramanlarla şahsen tanışmışlık hissinin verdiği heyecanla, hemen bir diğer höyüğe koştu. Yine tırmandı, ve yine, taşa kazılan tamgaların, taşın yıpranmış sathına inat, taptaze kaldığını gördü. Yazılanları okudu:

“Er adım Yaruk Tekin, otuz bir yaşımda yittim. Ketim Bele Tugma'nın oğluydum, kalamadım yazık ki. Bay Külkün’ün şanı için elli akrabamdan ayrıldım.”

Şimdi zihninde, Külüg Çor da, Yaruk Tekin de birer hakikattiler. Ete, kemiğe bürünmüşlerdi. Yine düşlere daldı. Karanlık, dümdüz bir ovada, sanki, binlerce biçimsiz, yüzü seçilmeyen heyula karşısında dikiliyordu da, aralarından Külüg Çor ve Yaruk Tekin öne çıkmış, ay ışığının altında, yüzleri seçilir olmuşlardı. Tam bu hayale dalmışken, tıslamaya benzer bir ses duydu. Kafasını çevirdi ve, yarın kenarından izlerken gördüğü manzara yeniden karşısındaydı.

Höyüklerden, binlerce höyükten, binlerce iye, çiğ gibi saydam fakat kaya gibi gerçek, doğruluyorlardı. Ölülerin ruhları, mezarlarından yükseliyordu! Ellerinde bir şeyler vardı, kılıçları mıydı? Kalkanları, yayları, hançerleri? Hayır! Şaşırarak fark etti ki, her birinin elinde birer çekiç, birer biz vardı. 

İyeler, vakur ve ağır, höyüklerinden yükseldiler. Bir an öylece bekleyip, bengütaşlarına döndüler. Her biri, bengütaşa kazınmış sözlerin, çekiçleriyle, bizleriyle yeniden kazıyarak, üzerinden geçtiler. İşleri bitince, hep birlikte, başlarını gökyüzüne kaldırıp, hafif bir meltemle, silinip gittiler, sise karıştılar. 
İşte! Demek tamgaların hep taze kalmasının sırrı buydu! Batar, faltaşı gibi açılmış gözlerle, keşfettiği bu sırrın heyecanıyla, sise karışan iyelerin ardından, hala bakıyordu. Sanki bakmaya devam ederse, yeniden görebilecekti onları, varıp yanlarına konuşabilecek, adlarını, hikayelerini öğrenebilecekti! 

Derken, o hissi duydu. Hani, uyurken, yahut başka yöne bakarken, üzerine bir çift göz dikildiğini sezen insanın rahatsız edici tetiktelik hissini… Baltar diyarının kıvrak ve avcılıkta mahir çobanı, bu hissi doğuştan tanıyordu, hep tetikteydi. Hareketsiz kaldı. Hissedilmeyen, sakin ve yavaş hareketlerle, elini palasının kabzasına götürdü. Sert bir hamleyle palasını çekip geri dönmüşken, hayreti, şaşkınlığı geri geldi, taş kesildi. Silüetlerden biri, Yaruk Tekin’in silüeti, işte, sise karışmamış, saydamlığını da kaybetmiş, karşısında dikiliyordu!

Kaç kuzunun postundan yapılmış bilinmez kabaca börkü, sarkık bıyıkları, kısık gözleriyle dev gibi Yaruk, karşısında ona bakıyordu. Gecenin bir vakti bu korkutucu manzarada, tuhaf bir sevimlilik de yok değildi. Evet, tuhaf, Yaruk Tekin gülümsüyordu! Gözleriyle ona ilerisini işaret etti. Batar o cihete bakınca, az evvel, ilk defa tırmandığı höyüğün iyesini, Külüg Çor’u gördü! O da kendisine gülümsüyor, az ileriyi işaret ediyordu! 

İşaret ettiği yere baktı. Höyüklerin ve sisin arasında, saçı sakalı uzun, bembeyaz bir silüet, onu çağırıyor, eliyle kendisini takip etmesini emrediyordu! Batar hemen Külüg Çor’a döndü. Külüg Çor kaybolmuştu! Arkasına baktı, Yaruk Tekin de öyle! Tekrar baktığında, bembeyaz silüet, dikilmeye devam ediyordu.

Koşarak höyükten indi. Seher gelmişti, ortalık hafiften aydınlanırken, silüet hala ufkundaki en parlak şeydi. Onun da ortadan kaybolmasından, sırrını Batar’a açık etmeden yokluğa karışmasından korkarak, ağbaş silüetine doğru koştu. Yakınlaşıyor, yakınlaştıkça silüetin parlaklığı artıyor, yüzünün hatları ortaya çıkıyordu. Tam yüzünü, gözlerinin akını görecekken, Batar yere yıkıldı, dünyası karardı…

17 Mayıs 2019 Cuma

Bozkurt Biblosu

Cehennemde kuyudaşım Ömer Faruk Engin, terk-i diyar eyledi, güneşin battığı yere gitti. Yeni ofisinde geldiği yere atalarının geldiği yeri hatırlatsın diyerek, bir bozkurt heykelciği yollamıştım. Tesadüf, kendisi de Türkiye'den bir bozkurt heykelciği götürmüş, masasına koymak için. Bu tesadüfe ithaf olunur.

İlk çıktığın yurttan yadigar diye
Bir önceki yurttan sana hediye
Bak dostum, sonra dik başıvı göye
Ardahan belinde bağları düşün

Gurbetin gölgesi sınar yüzünde
Bak dostum, bir sır var kurdun gözünde
Baktıkça bir zaman Kıpçak düzünde
Tanrının gezdiği çağları düşün

Eğil de bir bak bu küçük heykelcik
Öteki aleme açılan eşik
Bir hayat üflüyor bu ölü çelik
Bir de dön yüzünü, sağları düşün

Gök çadır, güneş tuğ; masana kondur
Totemini diktiğin yer yurdundur
Ova elin olsun, dağlar kurdundur
Dağları, can dostum, dağları düşün.

M. Bahadırhan Dinçaslan

-Dedin bes, veten de sabıq vetendir,
Gördün ki, dostun yox, hepsi düşmendir,
Vetenden qalan bir quru kövşendir,
Ondan da el çekib vaz keçax, Nebi!-

18 Mart 2019 Pazartesi

Oprichnik

Yüreğim bir ehramdı, lanetli mezarımı
Mührünü kırıp talan edince melun nebbaş
İçime ve dışıma hükmeden Sezar'ımı*
Ağuladı Goşenay eliyle yavaş yavaş

Uzansam yatağımda düşmanım hazır: Karım
El açsam eşiğinde dostum sorar: Bu kimdi?
Dün Allah'ın elinden kavrayan parmaklarım
Bir tetik boşluğunda kıvranır durur şimdi

-Bir de şu keşişler var kirlidir tırnakları
Hani taş duvarına saplanıp manastırın
Sırıtarak tırmalar aşağı bir yukarı
Hani, azar duyunca bulantın, karın ağrın-

Yürürsün taş döşeli eğri büğrü sokakta
Fener çoktan sönmüştür kusarsın bir köşeye
Çakılmış bir silüet, yakınlaşmaz, uzakta
Hani, kukuletalı, simsiyah o hafiye

Ne zaman tökezleyip omzun üstünden baksan
Sana bakıyor gibi öyle dikilir orda
Dumanı onu çizer durup sigara yaksan
Sevdiğin kadınlara ortak olan hovarda

Tatsan, onun dudağı, dokunsan onun eli
Uzlete ilticanda liman bekçisi hatif!
Gözleri üzerinde kendin bildin bileli
Burnunda hep o koku! Yeşil, yapışkan, kesif!

Senin içine girip senle içlere giren
Ah o meşum ehramın kustuğu dişi şeytan!
Yazgını lif lif edip çıkrığını çeviren
Geçirip ilmeğini çekiveren boynundan

Biliyorum birazdan ayağım bir çukura
Takılıp düşeceğim hiç kalkmamak üzere
Bulanıp lağım suyu, kusmuğum ve çamura
Öleceğim kimsesiz can çekişip bir süre

Goşenay üzerime eğilecek yeniden
Sivri dişleri korkunç, dudağında istihza
Kıvrık gülüşü yılan, gözleri birer mahzen
İki kocaman boşluk. Arkasında bir feza

Diriltecek bininci defa aciz ruhumu
Çağıracak hiçliğin tesellisinden beni
Sırtı kırbaç lekeli sıska kürek mahkumu
Sürükleyen benim ya, o tutuyor dümeni!

Nefesi rüzgar olup yelkeni şişirecek
O mu benim peşimde, ben mi onun, bilinmez
Ufuk çizgisi meşum, alaycı bir engerek
Bir kabus yeknesaklık. Ne bir liman, ne körfez

Bedenim benim değil, bir cadının mabedi
Hayatım oyuncağı, merhametsiz bir sapık!
Goşenay'ın elleri oynayacak ebedi
Minik eğlencesinden bıkana kadar artık...

M. Bahadırhan Dinçaslan

*Ива́н Гро́зный​

13 Şubat 2019 Çarşamba

Ozan Arif'e Ağıt

-Oğuz töresince, irticalen-



Sen yalnız değilsin, kırk kara nöker
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.
Uçtuğun gökte al yalımlı ülker
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Ozanlar ölür mü? Türküsü kalır
Ölmez bu hareket... Ülküsü kalır
Dilden dile mesel öyküsü kalır
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Gülümse, bir vakur matemle Turan
Bir coğrafya, yaş döküyor ardından
Karaçorlu, Mahdumkulu ve Çolpan
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Şi'rinle açtığın o izi süren,
Tabutluktan çıkıp Mamak'a giren
Nal bıyıklı tam on milyon alperen
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Üzülme, üzülme! Düşmedi tuğun
Sonsuz arafında var ile yoğun
Ozan Arif, özlediğin Başbuğun
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

Genişler, bununla avunur sadır
İnsanın adını eser yaşatır
Mısralarınla büyüyen Bahadır
Vallahi... Billahi... Seninle şimdi.

M. Bahadırhan Dinçaslan