11 Aralık 2017 Pazartesi

Dorothéa

-Yaşanmış bir olaydan ilhamla-

Göğün bütün hışmıyla püskürttüğü küçük buz parçaları yanaklarını ısırıyordu. Kuş saçması gibi suratına çarpan tipi, bıyıklarından birer keder çizgisi olmuş sarkan iki tetik bırakmıştı. Bir kuştu o da kuş olmasına; avlanmaya değil avlamaya alışık. Fakat baharın bıçkın atmacasının kanadından daha kadim ve kudretli güçler vardır. İşte göğün namlusu yüzüne dönmüş, dalga geçercesine avlıyordu onu. Namluya biraz daha güçlü bir fişek sürmesine bakardı; Selahattin'in oğlu, sarı yağız, ince uzun Hacı'nın dev gibi yüreği Binboğa'dan sökün gelmiş bu ilahi öfkeyle başa çıkamazdı. Fakat rüzgarın, yağmurun, bulutun ve tipinin efendileri oynamakla yetiniyorlardı. Hacı'yı deliliğine bağışladılar, deli taşlayan çocuklar gibi bu cinlenmiş yürüyüşüyle dalga geçmekle yetindiler. Kuş saçmasıyla uzaktan taciz ettiler, günahı, cinneti ve çelik iradesiyle kayış gibi olmuş yüreğinin hak ettiği domuz sıkısına el atmadılar.

Kıvrılan şoseyi inatla adımlamaya devam etti. Ciğerinde fokurdayan hışmın bıyığından sarkan buzu eritmeyişine şaşıyordu. Yürüdü, bekleyen cehennemin açık ağzı olsa, tipi değil göğün feriştahları inip, kanatlarını azametle bir ihtar gibi karşısında açsalar, öz çocuğunu önüne yatırıp "gitme keseriz" deseler, Selahattin'in oğlu bir lahza olsun duraklamazdı. Sol yanında İncemağara'nın bacaları tütüyordu, sıcak evlerinde uyuklayan ihtiyarları, kömbe hazırlayan gelinleri ve kızak kayan çocuklarıyla köyün umrunda değildi, biliyordu, Köy de onun umrunda değildi zira. varsın üç gün köy odasında onun bu pervasız yürüyüşü ve canan yolunda kırdığı can testisi konuşulsun. 

Aklına oğlu geldi. Yeni ayaklanmış sevimli tosunun, anasının eteğinden tutup haylazlık edişi düştü yadına. Elbet büyüyecek, o da yar sevecekti. "Bu da benim mirasım olsun" diye geçirdi içinden, "neslim erkek gibi sevsin, emanet gezdirdiği canı canan için sahibine teslim etsin." Fakat oğlunun sıcak hayali bile çevirmedi onu yolundan. Karısı düştü aklına, cefakar kadın. Yüklüydü yine, belki bir oğlan, belki bir misafir kız verecekti ona. ocağını tüttürürler, Selahattin'in oğlunu unutturmazlardı elbet.

Mavzerinin kayışına asıldı, şöyle bir düzeltip yerleştirdi omzuna. Bu tipide kurt bile çıkmazdı ininden elbet, iki ayaklı kurtlar da Hacı'yı bilirler, karşısına çıkmaya cesaret edemezlerdi. İhtiyacı olacağından değil; aldan pusudan, yardan koyaktan kurtulurken, en çetin balkanlara tırmanıp, en derin vadilere yuvarlanırken hep yoldaşlık etmiş mavzerini almadan gitmek istememişti. Kim bilir hangi yabancı diyarda, Hacı'nın konuştuğu dili asla duymayacak, onun mavzere nasıl bahtını emanet edip yürüdüğünü bilmeyecek ustalar eliyle kız gibi narin, kocamış Avşar beyleri gibi vakur bir saltanat asası halinde ince ince işlenmiş bu mavzer, işte son yürüyüşünde de yegane yoldaşı olmuştu. 

Çapraz fişekliğinin göğsünde birleştiği yerin biraz solundan tabakasını çıkardı. Rüzgara sırtını verip, gocuğunun kanatlarını açtı. Güç bela, acemi ellerle bir sigara sardı. Avcunun içinde evini hatırlatan bir sıcaklıkla, arada bir yarım yamalak nefes çekerek yürümeye devam etti. İşte Karakilise'nin sapağı karşısındaydı. Köyün en dışındaki evlerin hayal meyal silüetiyle içindeki ateş yeniden harlandı. Sert adımlarla, cinayet işlemeye yürüdü. Dikilmiş bıyıkları, kıvılcımlar çakan gözleriyle tipide değil, harman zamanı alaca akşamda gelse dahi kimse karşısına çıkamazdı. 

Köye girdi. Evlerden birinde bir gelinin gözleri ilişti Hacı'ya, ahıra inmek için önüne birikmiş karı güç bela iterek açtığı kapıdan. Bir an göz göze geldiler, suratını buruşturup kapattı kapıyı, Hacı geçince inerdi ahıra. "Geldi yine musibet" dedi, "köye musallat oldu, belasını bulmadı gitti."

Hacı Hediye'yi sığır almaya geldiğinde görmüştü. Çelimsiz, seyirsiz bir kocası vardı, dövüp sövüyor, işe koşturuyor, mirasını yiyor, erkeğim diye köyde geziyordu. Hediye de hediyeydi ama, koç katımı zamanının, Alınkavak'ın ve yayla yelinin efendilerinin o diyara hediyesiydi. İstanbul'un yahut Frenk'in beyine layıktı Hediye, bu çopur, erkek demeye bin şahit ister hınzırın değil. Hacı'nın Hediye'ye gözü ilişmişti, Hediye'nin de Hacı'ya. Git, gel derken bir yasak aşk, bir günahkar dava peydahlanmıştı aralarında. Şalvarına tutunup gezen tosunlardan biri belki de kendindendi, bunu düşününce bir an gülümsedi, tipiyi unuttu. 

Köylü sevmemişti elbette bu işi. Adı çıkıyordu Karakilise'nin. Bu işi mutlaka çözmeliydi. Hediye'nin kocasının o ödlek haliyle Hacı'nın karşısına çıkacak hali yoktu. Çapraz fişekliğini, omzundan yukarı Allah'a bir tehdit gibi uzanan mavzerinin namlusunu daha şosede gören çekiniyordu, bütün köyde karşısına çıkacak bir babayiğit yoktu. Çareyi Hediye'ye başvurmakta buldular. Köye bu belayı o musallat etmişti, o temizlemeliydi elbet. Yoksa çocuklarını dereye atarlar, boğar öldürürlerdi, böyle demişlerdi Hediye'ye.

Bunu duymuştu Hacı, ondandı hıncı, hışmı. Hediye'ye soracaktı, köyü yakacaktı, hepsini teker teker vuracak, çocuklarını soyup tipide kurtların kuşların merhametine salacaktı. Yol kıvrıldı sağa yukarı saptı, Hacı Hediye'nin evinin önüne geldi. Üstü başı beyaza bürünmüş, suratı kıpkırmızı kesilmiş, hakikaten bir bela gibi, mezar uğrusu gibi dikildi evin önüne. Üç kere yumrukladı kapıyı. 

Çok geçmeden açtı Hediye. Nasıl da güzeldi hala, hey Allah'ın Hacı'ya hediyesi. Gülümsüyordu, şaşırdı. Hediyesine zulmetmiyorlar mıydı? Geceleri zarı ağlatmamışlar mıydı onu? İçeri girdi. 

Kocası olacak herif yine yoktu. ya poyraz odaya sıvışmıştı geldiğini anlayınca, ya köy odasında laklaka dalmıştı yine. Hediye sobanın üstünden bir cezve indirdi. "Hoşgeldin Hacı" dedi, "üşümüşsündür. Süt ısıttım, için ısınır."

Hacı Hediye'nin tavırlarına anlam veremiyordu. Süt? Duyar duymaz lokmayı siniye çalıp koşmuştu, hayalinde Hediye ağlıyor, kapanmış bir odaya katılarak hıçkırıyordu. Oysa bir şeyi yok gibiydi, gülerek, hatta işveyle karşılamış, bir de sıcak süt ikram ediyordu.

Hediye'nin gözlerine baktı. O anda fark etti, dudakları gülüyordu, ama o harman zamanı içinde en günahkar alevi tutuşturan kıvılcım sönmüştü. Hediye'nin gözleri ölmüştü. Anladı. Hediye'nin seçtiği yolu anladı, içindeki öfke yatıştı. Bir müstehzi tebessüm yerleşti dudağına. Ne gerek vardı o kadar insanın kırılmasına, köyün yakılmasına, günahsız sabilerin kanına girmesine? Bir kurban yeterdi, tabii ya.

"Gelin" dedi. "Sen bu süte zehir kattın. Ama ben, Selahattin'in oğlu sevdiğinin elinden zehir içemedi dedirtmem."

Aldı sütü, bir dikişte içti. İçer içmez ciğerinin zembereği koptu. İçinde arılar oğul verdi, boğazından yukarı acı sular yükseldi. aldırmadı. Son defa baktı Hediye'nin ceset gözlerine. Gülümsedi. 

Varıp evimde öleyim dedi. O cefakar, metin, genç yaşında ihtiyarlamış karısının eteğinin dibinde, ondan son bir helallik isteyerek ölmek istedi. Göğün efendileri oyundan usanmışlardı. Domuz sıkısını namluya sürdüler. Hacı, Karakilise'nin az uzağında, şosede yıkıldı. Tipi iki gün sürdü. Cesedini iki gün alamadılar, kimse yanına varmaya, cesedini olsun getirmeye cesaret edemedi.

Hacı'nın üzerinde iki gün biriken kar, çoktan yitip gitmiş efsanelere layık bir aşkın sessiz sedasız gömüldüğü bir höyük oldu, durdu. Karlar eridikten sonra, çok geçmeden Hacı da unutuldu, Hediye de.

M. Bahadırhan Dinçaslan