Tolkien üzerine çalışmaya başladığımdan, akabinde mitoloji ve folklor üzerine ciddi mesai sarf ettiğimden beri, Tolkien'i taklit etme isteği içimde kıvranıp duran bir ejderha gibiydi. Nihayet o ejderha kanatlarını açtı ve boğazımdan yukarı çıkmaya çalışıyor. Hançeremi parçalamadan çıkması için onu ehilleştirmem, sakinleştirmem gerekiyordu. Yıllardır birkaç düz metin pasajı, birkaç manzum parça paylaştığım büyük projem, nihayete eriyor gibi. Öykü birkaç defa değişti, ama motifler hep sabit: Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu mitlerinin, folklorik öğelerinin yeniden üretimi, birkaç ödünç motif ve çok daha az sayıda orijinal konsept... Birlikte Asya'ya benzer bir coğrafyaya gidecek, eski Türkçeye benzer bir dil konuşan, bozkır hayatı yaşayan insanların, dünyanın çok daha büyük olduğunu keşfedişlerine şahit olacağız.
Çalışmam ilgi görecek mi, bilmiyorum. Edebi düz metinde hiç iddialı değilim, fakat yapmasam olmayacaktı. Bir avuç okurumun eleştirilerini almak için, üç cilt olacağını düşündüğüm çalışmamın giriş bölümünü paylaşıyorum.
Bölüm I: Höyük Vadisi
Gök atlıların toynaklarından çıkan kıvılcımların çatallı zirvesinin üzerine yıldızlardan bir hale bıraktığı Yalaz Dağı, ay ışığında insana tekinsiz gelen bir parıltıyla titreşiyordu. Batar, iki telli sazını kenara bıraktı, Yalaz Dağı’nı izlediği uçurumun kenarından aşağıya, dağın eteklerindeki pusa dek karanlıkta mor-yeşil uzanan derin vadiye baktı. Büyük Savaş’tan bu yana, binlerce yıldır o büyük savaşta yapılan fedakârlıkları hatırlatan birer nişane gibi dikilmiş sayısız bengütaş, loş ışığın altında vadiye en az dağın tekinsiz parıltısı kadar tuhaf ve insanı ürperten uğursuz bir suret katıyordu.
Batar bir süre belli belirsiz titreşen bengütaşları izledi. Ne zaman sehere yakın, dolunaylı gecelerde sürüsünü otlatmaya çıksa bu yarın başına gelir, Yalaz Dağı’nı ve eteklerindeki höyük vadisini izlerdi. Yalaz Dağı’nın küçük birer taklidi gibi, üst üste dizilmiş küçük taşlardan oluşan tepeler ve bu küçük tepelerin zirvesine dikilmiş, zamanla kimi eğrilmiş, kimi yıkılmış binlerce bengütaş… Batar bu höyükleri izlerken düşlere dalar, o büyük savaşta Tan ile, Bay Külkün ile saf tutmuş gök atlıların yardımına koşmuş bir yiğit olur, Emegen tepelerdi. Bu düşlerde kavisli kısa kılıcı, boz kürklü, kabaca tüylü, kısa bacaklı atıyla Yerkan’ın karşısına çıkar, Yak boynuzundan borusunu üfler, yoldaşlarını imdada çağırırdı. “Çal kılıcını görklüce Batar, yetiştim!” diye beyler gelirdi yanına, onlarla bir olur, Tan’ı Yerkan’ın elinden kurtarır, yılan saçlı, akrep gözlü Yerkan’ın kellesini keser, Bay Külkün’ün ayaklarının dibine atardı.
Bir baykuş sesiyle ürperdi Batar, kendine geldi. Düşlerinin kan kokulu, şöhret efsunlu, mertlik ve yiğitlikle bezeli ihtişamından, bir el tarafından zorla koparılıp, yeryüzüne geri bırakıldı. Başını çevirdi, yarın kenarına temkinli bir mesafe bırakıp otlayan sürüsüne baktı. “Acunun başka bir yerinde, ermiş bir ozan, yahut bıyığına adam asılır bir babayiğit olabilirdim,” diye iç geçirdi. Toparlandı, iki tellisini aldı, sürüsüne doğru yürüdü, bir ıslık tutturdu. Kafasını çevirdi, yarın kenarından, vadiye bir kez daha bakacak oldu. Fakat o da ne! Vadide birileri vardı. Belli belirsiz, uğursuz bir biçimde saydam, ama şüpheye yer bırakmayacak kadar gerçek birtakım silüetler, taşların arasında geziniyorlardı!
Sürüsüne tekrar baktı. Köpeği, bir sağa bir sola koşuyor, sürüyü uçurumdan uzak tutuyordu. Sadık canavar, hep böyle bir o yana, bir bu yana koşar, sürüyü bir arada tutar, kurda koyunu, alıcı kuşa kuzuyu yem etmezdi. Ne uçurumdan düşmelerine izin verirdi, ne ağıla sürülürken sağa sola kaçmalarına… Bir ismi yoktu zavallının, bir erkeklik etmemiş, bir düşman tepelememişti, pek ehemmiyetsiz bir çobanın köpeğinin ismi olacak hali yoktu ya? Köpek aşağı, köpek yukarı. Batar için de böyleydi bu, avuldaki diğerleri için de. Bir gün, sahibi düşlerinin peşinden koşacak olur da, nam kazanırsa, onun da bir adı olurdu belki.
Sürüsünü köpeğine emanet etti. Koşar adım, yarın az uzağından vadiye doğru inen epey meyilli yola seğirtti. Kumlarda kayıp, ayağı taşlara takılarak, tökezleyerek, yuvarlanarak aşağı indi. Üstü başı toz içinde kalmış, elini, yüzünü dikenler kesmişti. Fakat vadideki silüetlerin görüntüsü aklından çıkmıyordu. Bir an önce yakından bakmalı, höyük iyelerine ulaşmalıydı.
Uçurumun dibinden vadiye doğru genişleyen korunun içindeydi şimdi. Karanlıkta, Batar’ın paldır küldür koruya dalmasından huzursuz olan gecenin yaratıkları tehditkâr seslerle tepki veriyorlardı. Batar aldırış etmedi, kan ter içinde korunun bitimine vardı. İşte vadi, işte höyükler karşısındaydı. Fakat bir zayıf sisten başka bir şey yoktu ortalıkta. Acaba sisin insanı aldatan kıvrımları gözüne adam silüetleri gibi mi görünmüştü? Yoksa, onu düşlerinden koparan baykuş sesi tam uyandıramamış da, yarı uyanık düş görmeye devam edip, hayalini kurduğu beylerin geride kalmış huzursuz ruhlarını, bin yıllar sonrasında aynı vadide gezinirken mi hayal etmişti?
Adımları yavaşladı. Höyüklere doğru çekilmeye devam ediyordu, o yürüdükçe sis deri çarıklarının etrafında kümeleniyor, sanki onu bir düşler âleminin içine çekiyordu. Yavaş adımlarla en yakınındaki höyüğe ulaştı. Birden aklına geldi, bu vadiyi on beş kış görmüş ömründe belki yüzlerce kez izlemiş, birkaç defa da bu höyükler arasında dolaşmıştı. Fakat şimdiye dek asla, küçük tepelere tırmanıp da, bengütaşta yazılanları okumaya yeltenmemişti. Ebesinin ona tamgaları öğrettiği zamanları hatırladı. Aklından tamgaların anlamlarını geçirerek, höyüğün kırık dökük taşlarını tırmanmaya başladı.
Bengütaşa ulaştığında, tamgaların taşın bütün yıpranmışlığına, höyüklerin bütün eskimişliğine rağmen, dün kazınmış gibi taze olduğunu hayretle fark etti. Yavaş yavaş, iki anlamlı tamga yazısının bilmecelerini çözerek, ulaştığı bengütaşta yazılanları okudu:
“Külüg Çor'um ben, Bayca Sengün'ün oğlu. Gamsız büyümüştüm ya, gam bu imiş. Gökyüzündeki güneşe, yeryüzündeki yurduma doyamadım. Evdeki evdeşimden, kırdaki oğlumdan ayrıldım.”
İşte, hep hayalini kurduğu, cenkteki kahramanlıklarını dinlediği o yiğitlerden birinin ağzından yazılmış kitabeyi okuyordu şimdi! İlk defa, hayalindeki o isimsiz ve biçimsiz kahramanlarla temas etmişti. İlk defa, gök atlılarla saf tutan insanlardan biri, dimağında bu kadar gerçekti. Külüg Çor’un kim olduğunu merak ediyordu şimdi, neye benzediğini, bıyığına kaç düğüm attığını, oku mu, kılıcı mı yeğlediğini… Külüg Çor, artık, biçimsiz bir ruhlar çorbasının, çoklukta cismaniyeti ve tekliğini yitirmiş, herhangi bir damlası değildi. O bir insandı, kendi gibi, bir hikâyesi, bir kimliği, bir benliği vardı.
Bu yeni keşfi ve o kahramanlarla şahsen tanışmışlık hissinin verdiği heyecanla, hemen bir diğer höyüğe koştu. Yine tırmandı, ve yine, taşa kazılan tamgaların, taşın yıpranmış sathına inat, taptaze kaldığını gördü. Yazılanları okudu:
“Er adım Yaruk Tekin, otuz bir yaşımda yittim. Ketim Bele Tugma'nın oğluydum, kalamadım yazık ki. Bay Külkün’ün şanı için elli akrabamdan ayrıldım.”
Şimdi zihninde, Külüg Çor da, Yaruk Tekin de birer hakikattiler. Ete, kemiğe bürünmüşlerdi. Yine düşlere daldı. Karanlık, dümdüz bir ovada, sanki, binlerce biçimsiz, yüzü seçilmeyen heyula karşısında dikiliyordu da, aralarından Külüg Çor ve Yaruk Tekin öne çıkmış, ay ışığının altında, yüzleri seçilir olmuşlardı. Tam bu hayale dalmışken, tıslamaya benzer bir ses duydu. Kafasını çevirdi ve, yarın kenarından izlerken gördüğü manzara yeniden karşısındaydı.
Höyüklerden, binlerce höyükten, binlerce iye, çiğ gibi saydam fakat kaya gibi gerçek, doğruluyorlardı. Ölülerin ruhları, mezarlarından yükseliyordu! Ellerinde bir şeyler vardı, kılıçları mıydı? Kalkanları, yayları, hançerleri? Hayır! Şaşırarak fark etti ki, her birinin elinde birer çekiç, birer biz vardı.
İyeler, vakur ve ağır, höyüklerinden yükseldiler. Bir an öylece bekleyip, bengütaşlarına döndüler. Her biri, bengütaşa kazınmış sözlerin, çekiçleriyle, bizleriyle yeniden kazıyarak, üzerinden geçtiler. İşleri bitince, hep birlikte, başlarını gökyüzüne kaldırıp, hafif bir meltemle, silinip gittiler, sise karıştılar.
İşte! Demek tamgaların hep taze kalmasının sırrı buydu! Batar, faltaşı gibi açılmış gözlerle, keşfettiği bu sırrın heyecanıyla, sise karışan iyelerin ardından, hala bakıyordu. Sanki bakmaya devam ederse, yeniden görebilecekti onları, varıp yanlarına konuşabilecek, adlarını, hikayelerini öğrenebilecekti!
Derken, o hissi duydu. Hani, uyurken, yahut başka yöne bakarken, üzerine bir çift göz dikildiğini sezen insanın rahatsız edici tetiktelik hissini… Baltar diyarının kıvrak ve avcılıkta mahir çobanı, bu hissi doğuştan tanıyordu, hep tetikteydi. Hareketsiz kaldı. Hissedilmeyen, sakin ve yavaş hareketlerle, elini palasının kabzasına götürdü. Sert bir hamleyle palasını çekip geri dönmüşken, hayreti, şaşkınlığı geri geldi, taş kesildi. Silüetlerden biri, Yaruk Tekin’in silüeti, işte, sise karışmamış, saydamlığını da kaybetmiş, karşısında dikiliyordu!
Kaç kuzunun postundan yapılmış bilinmez kabaca börkü, sarkık bıyıkları, kısık gözleriyle dev gibi Yaruk, karşısında ona bakıyordu. Gecenin bir vakti bu korkutucu manzarada, tuhaf bir sevimlilik de yok değildi. Evet, tuhaf, Yaruk Tekin gülümsüyordu! Gözleriyle ona ilerisini işaret etti. Batar o cihete bakınca, az evvel, ilk defa tırmandığı höyüğün iyesini, Külüg Çor’u gördü! O da kendisine gülümsüyor, az ileriyi işaret ediyordu!
İşaret ettiği yere baktı. Höyüklerin ve sisin arasında, saçı sakalı uzun, bembeyaz bir silüet, onu çağırıyor, eliyle kendisini takip etmesini emrediyordu! Batar hemen Külüg Çor’a döndü. Külüg Çor kaybolmuştu! Arkasına baktı, Yaruk Tekin de öyle! Tekrar baktığında, bembeyaz silüet, dikilmeye devam ediyordu.
Koşarak höyükten indi. Seher gelmişti, ortalık hafiften aydınlanırken, silüet hala ufkundaki en parlak şeydi. Onun da ortadan kaybolmasından, sırrını Batar’a açık etmeden yokluğa karışmasından korkarak, ağbaş silüetine doğru koştu. Yakınlaşıyor, yakınlaştıkça silüetin parlaklığı artıyor, yüzünün hatları ortaya çıkıyordu. Tam yüzünü, gözlerinin akını görecekken, Batar yere yıkıldı, dünyası karardı…