Türk Fantastik Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Fantastik Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Aralık 2013 Cuma

Kara Bölük

Efendim, Mehmet Berk Yaltırık'la (Anadolu Korku Öyküleri'nden ve diğer çalışmalarından aşina değilseniz, aşina olun derim.)  fırsat bulabildiğimiz zamanlar oturur, fantazya üzerine, tarih üzerine, mitoloji, folklor, memoratlar, mistisizm, eşkıyalar, yasadışı hayatlar(...) kısaca aklınıza gelebilecek bütün "tuhaf" şeyler üzerine sohbet ederiz.

Bu sohbetlerde sık sık "falancanın filmi çekilse muhteşem olmaz mıydı?", "filanca konu çok uygun aslında, bunun romanı yazılmalı" tespitlerinde bulunuruz. Tarihin ve "bilgi"nin derinliklerine olta atıp, konu yakalamak, bir nevi. Ancak bu tespitler havada kalır(dı), devamı gelmez(di).

Bir kaç yıl evvel, Almanya'da Florian Geyer'in başlattığı isyan ile, Anadolu'da Celali isyanları arasındaki paralellik dikkatimi çekmişti, bir kaç yerde yazmıştım. Geçtiğimiz aylarda Fırat Ender Koçyiğit, "bundan güzel tarihi roman konusu çıkar aslında..." dedi. Fikir kafama yattı, Yaltırık'la (nedendir bilmem, hep soyadıyla hitap ederim. Anlamlı da bir soyadı, karizmatik, ne güzel.) konuşurken konuyu açtım. Hemen tarihçi çarkları işledi beyninde, bir anda tretmanı, arkaplanı çıkardı. Ben de ufak tefek eklemeler yaptım. O heyecanla, bu defa havada kalmasın dedik, nihayet, bir prolog çıktı ortaya.

Şu an üzerinde çalışıyoruz. İlham bizi nereye götürür bilinmez, ana kurgu belli olsa da, her an doğaçlama yapabiliriz, Yaltırık biraz memorat eklemek ister, ben biraz Şaman motifi... O yüzden, konusu hakkında fazla bilgi vermeyeyim. İlgilenebilecek müstakbel okur için, resmi olmayan prologu buraya ekleyeyim.

Roman tamamlandığında, içinde Almanlar, Lehler, Tatarlar ve Anadolu Türkmenleri olacak. 1500lü yılların "eski dünya"sının ilginç ve görkemli arkaplanında, küçük hikayelerin büyük yankılarını okuyacaksınız. En önemlisi, Türkmen ruhunun derinliklerinde gezecek, uzak ve tecrit edilmiş Türkmen köylerindeki ruh ikliminin, nasıl evrensel bir değer arz ettiğini fark edeceksiniz.

Öyleyse, İran Türkmenlerinin bir deyişini alıntılayıp, prologla sizi baş başa bırakayım:

"Herkes öz atın çapardı
Göyde cıdasın kapardı
Bolu Bey geldi apardı
Apardılar serdarmızi

Gedin, bulun serdarmızi!"

"Kara Bölük", Prolog.

 “Nulla Crux, Nulla Corona”

Rudolf von Gottstein, kılıcını kınından sıyırdı. Bezgin bakışlarıyla inceledi önünde dimdik tuttuğu silahını. Kılıç kendisinden daha yaşlıydı. Kendisinden daha fazla görmüş geçirmişti. Artık ömrünün yaşlı sayılabilecek evresine girdiği halde onu genç hissettirecek kadar yıpranmıştı. Yine de tuhaf bir şey vardı bu kılıçta. Yer yer çentilmiş olsa da keskinliğini koruyor, kadim zaman tanrılarının rahiplerince büyülenmiş gibi, tekinsiz bir ışıkla parlıyordu. Sanki kılıcının kendince bir şahsiyeti vardı. Sanki Rudolf değildi kılıcın yazgısını seçecek olan, kılıcın bir yazgısı vardı ve irade ondaydı. Rudolf onu bu yazgıya taşımaya namzet ellerden biri, emanetin yeni bekçisiydi… Çeliğin eski, belli belirsiz izlerinin üzerindeki yazıya ilişti gözleri: Nulla Crux, Nulla Corona… Yazı yeniydi, mahir ve sert bir el tarafından kazınmıştı, Florian Geyer’in eliyle…

Florian’a gitti aklı… Ülkeyi baştanbaşa sarsan Lutherci ayaklanmalar esnasında parlamıştı bir yıldız gibi. Soylular kendi hesaplarına taraf seçerken, o köylülere koşmuştu. Luther’in tarafında görünüyordu ama o Luther’in de ötesindeydi. En taze eti kimin yiyeceği, en geniş topraklara kimin hükmedeceği, en güzel kadını kimin sahipleneceğine dair kavgaya tutuşurken beyler, Luther onlar için bir bahaneydi. Bu Luther denen adam, rahiplerle hararetli tartışmalara girip soyluları yanına çekmeye çalışadursun, ülke zaten kaynıyordu. Zorla çalıştırılan, vergi yükü altında ezilen, insan yerine konulmayan köylü, yabasını eline alıp başkaldırmaya hazırdı. Luther onlar için bir ışık olmuştu. Florian adamlarıyla köylülere geldiğinde, dört elle sarılmışlardı davasına. Kılıç kullanmayı öğretmişti onlara, at sürmeyi, soyluların amansız atlı bölüklerine karşı onların taktikleriyle savaşmayı… Ancak çok geçmeden, Luther de sırt çevirmişti onlara. Kilise, Papa’nın ya da Luther’in olmakla safını değiştirmeyecekti, köylülerin soylulara başkaldırması İsa’nın asla onaylayamayacağı bir şeydi.

Florian, von Gottstein’ı da, diğer soyluları da şaşırtan bir şey yaparak üçüncü bir cephe açtı. Luther’in reformcularının desteğini aramaktan vazgeçti. Papalık taraftarı soylulara daha da amansız bir hınçla saldırmaya başladı. Luther’e sevgi besleyen soyluların çoğu Florian’ın çevresinden uzaklaştılar. Ancak von Gottstein anlamadığı bir ışık görüyordu Florian’ın gözlerinde. Hoş, babasından kalan arazi de çoktan elinden alınmış, topraksız, boş bir asalet unvanından başka bir şeyi olmayan bir sefile dönmüştü.  Belki de bu yüzden Florian’la saf tutmaya devam eden bir avuç soyludan biri olarak kaldı.

Hayal meyal hatırlıyordu Florian’la kaç savaşta at sürdüğünü, kaç hengâmede Florian’ın eğittiği köylülerin onu şaşırtan, saygısını kazanan bir mertlikle vuruştuğunu, kaç zafer kazandıklarını. Ancak talih yaver gitmedi. Tanrının köylü doğanların kanına bulaştırdığı lanet, bir avuç köylünün bir kahramanın etrafında birleşmesiyle ortadan kalkacak gibi değildi. Yine de ümitsizce, salt öfkeyle ve yüzyıllardır ezilmenin hıncıyla vuruştular. Zafer için değil, öç almak için. Kiliseleri yaktılar. Soylu kızlarının ırzına geçtiler. Yağmaladıkları gümüş yemek takımlarıyla hadım ettiler soyluları. Öfkeleri ve o güne dek köylü ordularında görülmemiş kahramanlıklarıyla “Kara Bölük” namını kazandılar. Ve yenildiler…

O anı asla unutmayacaktı Rudolf. Florian yaralanmıştı, gözleri alev alev olsa da ağzından kan geliyordu, ölüyordu. Dingin bir adamdı Rudolf, savaşa ve ölüme çokça şahit olmuştu. Kolay heyecanlanmaz, nadiren gülümser, nadiren üzülürdü. İlk defa bir heyecanın vücudunu sardığını hissetmişti. O solan bedendeki alev alev bir çift göze doğru koşmuştu: “Florian!” Kara Bölüğün komutanı, ne haça, ne taca baş eğmiş köylülerin şövalyesi Florian ona bakmıştı, korku yoktu gözlerinde.  Boğazından gelen hırıltıların elverdiği ölçüde konuşabilmişti:

“Kılıcımı al Rudolf. Sen savaşta pişmiş bir adamsın sana güvenebilirim. Kılıcımı al ve burayı terk et. Dağların ve ormanların ardında, denizlerin ve ırmakların ötesinde muhakkak bir yer vardır ki, insanoğlu baş eğmeden, kölelik etmeden, kölelik ettirmeden yaşayıp gidiyordur. O diyarı bul ve orası için kullan kılıcımı. Lütfen! Ölüyorum, ancak kılıcımın benimle gömülmeyeceğini bilmek huzurla ölmemi sağlayacaktır. Bana son bir iyilik yap ve kılıcımı al!”


Rudolf ne diyeceğini bilememiş, kılıcı almıştı. “Birimiz hayatta kalmalı” diyen Florian’ın son emrini yerine getirip kaçmıştı. Ne yöne, ne kadar bir süre at sürdüğünü bilmiyordu, bütün bir gece boyunca atını koşturmuş, kırkı aşkın yıldır dışa vurmadığı hislerini birkaç saatte gözyaşlarıyla serbest bırakıp, hıncını hayvandan çıkarmıştı. Kaybedeceği bir şey olmayan, mert bir komutan görüp, savaşta –biraz da eski zamanların şövalye hikâyelerindeki gibi- ölmek dileğiyle ordusuna katılan bir gezgin şövalyeydi az bir zaman evvel. Şimdiyse yenilmiş, bir başına kalmış, kadınsız, çocuksuz, yoldaşsız bir adamdı. Emanet bir kılıçtan ve verdiği sözden gayrı yükü olmayan bir adam…


10 Ekim 2013 Perşembe

Ak Don - Bir Modern Zaman Şamanının Öyküsü

Dedemin babasını rüyamda görmem üzerine yazmaya giriştiğim, devamını getirsem de beğenmeyip bıraktığım öykünün ilk bölümü.

Ak Don

“Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum, öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?”
Necip Fazıl Kısakürek, “Eski Elbiselerin Hafızası”

Bölüm I: “Ete Kemiğe Büründüm”

“Oğul! Sakalım aktır, bildiğim çoktur, belim eğikse de şükür, başım hep diktir. Ozanlardan ataları dinledim, diz kırdım kamların huzurunda serinledim, nice gönle tanrı buyruğun ben esinledim. Gördüm geçirdim, dondan dona girdim, yedi kat göğe ağdım, yağmur oldum yere yağdım. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bu yaşıma eriştim ve yettim muradıma, ak sütü ben bozdum kımız eyledim, sert yele ben sızdım yırlar söyledim; sözümü dinle, kara yazgıyı önle.

Oğul! Bilmeze bildiren, yitmişi bulduran, ata yol aldıran, balığı göle daldıran, yüklü kadının karnını dolduran, çiçeği bitiren solduran, yatmışı kaldıran, ozana çaldıran buyruk verende, bulutlarla gölgesin gökyüzüne serende, börü soylu kağanlar bozkırda hüküm sürende, kamlar yürüdü bir zaman, beylere kalmayan acunda, acunun unutulup gitmiş bir ucunda. Gözleri gök rengi, kopuzlarında göklerin ahengi, sözlerinde Bay Ülgen’le Erlik Han’ın avaz avaz cengi, bilmezi uyardılar, dört diyarı dolanıp, günbatımına vardılar. Ak dona büründüler, kuş olup uçtular da yılan olup süründüler, kurt olup göründüler.

Oğul! Kamlar göklerle konuşur, Bay Ülgen’e danışır, dondan dona Görklü Tanrı neye isterse dönüşür. Kamlar Tanrı’ya kulak verir, Tanrı cümle yaratığı onlara ulak verir, sıfatına kam denenin artık adı anılmaz, tanrıya dilmaçlık eder kamlar asla yanılmaz. Düşmanları Erlik’tir ki bastığı yer bunludur, bin kere bin fikirli bin bir oyunludur, gökten şüphe ettirmeye çaşıt salar Yek gönderir, gök kamların ayağına bin çeşit köstek gönderir.

Oğul! Çağı çatanda Bay Ülgen, ak donuna sarındı, Han Tengri’nin pınarlarında yıkanıp arındı, Erlik Han’a karşı geldi, kılıç vurup kalkan çeldi, Erlik kara donludur, türlü türlü oyunludur, bir o çaldı bir bu vurdu, iki tanrı birbirine yaman lanet savurdu. Tanrı tanrıya baskın gelse, gök çöker yer yarılır, biri basıp meydan alsa, ya yer ya gök darılır. Gök Tanrı buyruğun verdi, ikisini de yere serdi, donlarından azad edip katına aldı kayırmadı, bu ak bu kara demedi, ikisini ayırmadı. Altayların uzağında, bir ormanın kırağında, tanrıların vuruştuğu ata kamların çağında, iki don kaldı geriye, biri karlardan beyaz, biri geceden siyah, birinde tanrının kutu, birinde günah.  

Oğul! Bana Kayan derler, kam sözünü yayan derler, ozanların ulusuyum, bin bir boşun dolusuyum, sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Bu kamların dileğidir, elim gök kamların eli, bileğim tanrı bileğidir, kaç bin yıllık uykumdan uyandırıldım, bu gece kapına dayandırıldım. Erlik Han’ın kara donu çalındı, Bay Ülgen’in akça donu bulundu. Ben kamların bakşısıyım, emanetin bekçisiyim; sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Emanete hıyanet olmaz, hainde din diyanet olmaz, ak donun giyilme çağı erdi, görklü tanrı bu muştuyu benim neslime verdi, dilerim Yek usunu bulandırmasın, kanını sulandırmasın. Akça oğul, gökçe oğul, seni Erlik kandırmasın, kutlu olsun vazifen Gök Tanrı utandırmasın!”

Batıralp kan ter içinde uyandı. Pek rüya görmezdi, mezarlığa nazır çay bahçesinde sarıklı mezar taşlarını bir süre seyre dalıp, griden ve yağmurdan tiksinmiş bir halde evine döndüğünde yastığa kafasını koyuşuyla kendini içinde bulduğu bol kavgalı rüyalar hariç. Rüya görüyorsa, sadece bu rüyaları görüyor olmalıydı, hatta belki aynı rüyayı tekrar tekrar görüyordu: Çirkin adamlar, hatları belirsiz, karanlıkta acemi fırça darbeleriyle şekillendirilmiş gibi her an beliren ve her an karanlığa karışan gövdeler, boşa giden yumruklar ve her defasında kaçan adamların arkasından bakış; ve uyandığında dahi sıktığı dişlerinde elektrik gibi titrediğini hissettiği öfke. Yüzlerini görememek, boğazlarını sıkamamak, çenelerini dağıtamamak; gözlerine bakamamak öfkeyle, ama çirkin olduklarına –tuhaftır ki- emin olmak. Hele uyanmak; iki kere öfkeli oluyordu uyandığında, neden olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığı rüyasındaki sebepsiz öfke ve bir şekilde boğazlamak istediğine emin olduğu çirkin adamların sırrını anlayamayışından doğan hırs.

Yine de, bütün günleri bu rüyaların etkisinde geçmiyordu; pek sık olmazdı çirkin adamların gece ziyaretleri. Olduğunda birkaç gün etkisinden çıkamazdı, o kadar. Ardından herkes gibi yaşamaya devam ederdi, lüzumundan fazla gülmeden, lüzumundan fazla somurtmadan. Hiç kimsenin sıradan olmadığı ve herkesin sıradan olduğu dünyada hiç kimse onun kadar sıra dışı değildi ve o herkes kadar sıradandı. Ve Batıralp, kan ter içinde uyandığı o sabaha dek herkes kadar sıradan olmanın rahatlığıyla yaşayıp gitmişti işte, sıra dışı rüyalarıyla hafiften gurur duyarak.

Ancak işte kan ter içinde uyanmıştı Batıralp, öfkeden dişleri kenetlenmiş, yumruğu sıkılmaktan parmak boğumları beyazlamış asabi bir uyku mahmuru gibi değil. Karanlıktan korktuğu yaşlarda hissettiklerini hissediyordu şimdi, sanki onu kovalayan ilk köpek yine peşindeydi ve o yine beş yaşındaydı. Rüyasına tuhaf kafiyelerle konuşan bir ihtiyarın girmesinin bekleneceği bir adam varsa dahi, o Batıralp değildi ve zangır zangır titriyordu; korkuyordu, çirkin adamların yüzünü göremeyişinin doğurduğu öfkeye inat, şimdi ne olduğunu anlamıyor ve bu kez öfkelenmiyor, siniyor, küçülüyordu.

Bir sigara yaktı. On dört yaşından beri her gün, uyandığında ilk işi sigara yakmaktı; bu defa uykudan yeni uyanmışlıktan acemi ellerle değil, ürkek ve titreyen ellerle aramıştı paketi komodinin üstünde. Dumanı içine çekti, bir an tavana dikti gözlerini. “Altı üstü bir rüya, abartmaya gerek yok” dedi, kalp atışları yavaşlıyordu, titremesi geçiyordu. Bir nefes daha çekip tablaya bıraktı izmariti, ve yavaşça doğruldu yataktan, gözlerini ovuşturdu. Ve kafasını kaldırdığında, dolabının üzerine asılmış bir beyaz kaftan gördü.

(Devamı, meçhul bir tarihte gelecek.)

M. Bahadırhan Dinçaslan