-Yaşanmış bir olaydan ilhamla-
Bizim yaylalar bu mevsimde pek güzeldir. Kırk gözeden hayat suyu çağlar, adını bilmediğim nice kuş ihtiyar cevizlerde, kuşburnu çalılarında, vişne ağaçlarında şakır. Yaylaya yürümekle başlar keyif. Dibinde güller döşeli, ardı meşeli, kızlarının eli menekşeli Alınkavak'ta nihayete erecek bir hac yürüyüşüdür bu. Fakat hacılardaki vakar bizde yoktur. Öyle tumturaklı, mırıl mırıl ilahi mırıldanıp, yaradan huzuruna çıkan hacılar gibi çıkmayız. İhtiyar ebenin; babanın izin vermediği haylazlıklara cevaz veren, çocukluğumuzun en mukaddes fetva makamı dedenin yanına varır gibi çıkarız.Türkü söyleyerek çıkarız, ıslık çalarak; yolda belde bitmiş bir buğday başağının sapını koparıp ağzımıza alarak. Yoğurdu, kaymağı şifadır. Hele balı da aldıysa dedem... Doyum olmaz. Dedim ya, bizim yaylalar bu mevsimde pek güzeldir. Baharda Alınkavak yolunda türkü söyleyen bir Avşar'ın neşesi ne kadim zamanların bağ bozumu tanrılarında vardır, ne şimdinin kibar takımının ahkamlı köşkemli gecelerinde.
Fakat korkarım ki, artık Alınkavak yollarına her düştüğümde, gönlüme de bu gölge düşecek. Üç yahut dört bahar evveldi. Ama yüzyıl önce ya da dün de olabilir. Bu güzelim yayla yolunda, Mayıs Haziran'a dönerken şahit olduğum ölüm, zamanı ve mekanı zihnimde bulanıklaştırdı. Hayır, öyle üzücü, kahreden, trajik bir ölüm değil... Yaylalarımızda ölümün bile ne kadar güzelleştiğini gördüm bu mevsimde. Ve ihtimal, bu yaylada ölemeyecek olmanın ağırlığı o zamandan beri gönlüme çöküyor.
Yine baharın ve atalarımın ceza olsun diye iskan edildiği, nasırlı elleriyle öle yite torunlarına bir mükafat yarattığı diyarın güzelliğiyle mest olmuş, bir de Gül Ahmet'ten türkü tutturmuş yürürken, Kutmulu'yu gördüm. Kutmu bir kumaş cinsidir. Gelinlik çağında mı, kızlık çağında mıdır, kutmudan yapılmış bir elbisesi varmış. Adı Kutmulu kalmış o zamandan bu zamana. 50 yıl? 60 yıl? Belki 70, muhtemelen 80 yıldır Kutmulu aşağı, Kutmulu yukarı. Pek de tanımazdım ama, adını bilirdim ebemle ettiğim sohbetlerden. Dedikodu verirdi köyün olan bitenine dair. En az uluslararası ilişkiler dersleri, yahut siyaset arenasının entrikaları kadar derin ve girift bir dünyası vardı köy dedikodularının. Kutmulu da orada bir figürdü işte. Birkaç kere elini öpmüşümdür düğünde cenazede, ama çok da dikkat etmemişimdir. Köyden ırayıp, yaylanın kucağına doğru kıvrılıp giden yolun başında, bir taşa oturmuş, sırtını köye dönmüş, ismi meçhul dağları gözlüyordu.
Ayak seslerimi duyunca bana döndü. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. "Sen" dedi, "Deli Koca'nın torunu değil misin?" "Evet" dedim, yavaşça doğruldu. "Oğlum" dedi, "Ben Kutmulu eben. Beni bir yaylaya elet hele." Kabul ettim, koluna girdim, ağır aksak, ama attığımız her adımı hissederek, bir tuhaf idrak keskinliğiyle, birlikte hacca başladık. Koluma girdiği anda kuşların sesi sanki daha da keskinleşmiş, rüzgarın hafif, ama sürekli uğultusu daha bir duyulur olmuş, al elvan çiçeklerin kokusu burnumu sızlatmaya başlamıştı.
Ağır ağır anlatmaya başladı... Neler dinlemedim ki? 80'i aşmış ömrünün bütün hafızasını paylaştı benimle. Köyün birkaç bin adım ötesinden hiç bahis yoktu. Komşu köyler bile nadiren giriyordu konuşmasına, ya bir gelin alındı, ya bir gelin verildiyse... Ama saatlerce anlatacak konu vardı, alem içinde alem nedir, bunu ben orada öğrendim... Elli ihtiyardan fazla meskunu kalmamış, iskandan öncesinde mazisi olmayan, bu mütevazı Avşar köyünün hikayeleri... Dedim ya, uluslararası ilişkiler kadar giriftti. Çeşitliydi. Çoktu. Köyün dışına hiç çıkmayan bir mihverin etrafında saatlerce, üstelik tekrarsız, üstelik ilgiyi hep cezbeden bir şekilde, konuşulabiliyordu. Birkaç hikaye tanıdık geliyordu, öz ebemden dinlediğim hikayeler. Eşkıyanın kaçırmak isterken öldürdüğü Emiş kız mesela, kimi kimsesi, soyu sopu kalmasa da, bir ebemin, bir de Kutmulu'nun hafızasında yaşıyordu hala. Ağıdı hala tazeydi, anasının kızıyla arasında bir diyalog biçiminde söylediği dizeler hala aklımda: "N'ola gidenidi kızım / Şo itlerin dölüyünen / Gitmem hatun anam gitmem / Paşa gelse valiyinen..." Emiş kız, anasının haftada bir saçını yuduğu, tarak vurmaya kıyamadığı o güzelim, Gençosmanoğlu'na ilham olmuş Avşar kızı, eşkıyaya direnmişti de, oracıkta kesivermişlerdi, 14, bilemedin 15 yaşında. Ana yüreği ya, keşke gideydi, bir zorbaza ram olaydı da, yine nefes alaydı yavrum demiş, demek.
Sonra civara yerleşik Kürtleri anlattı. Genç kız gibi kıkırdadı meşhur tekerlemeyi aktarırken.
"Odası var sergisi yok
Hökümetten vergisi yok
Hiç Allah'tan korkusu yok
Yandım farenin elinden
Ayakları dörde benzer
Kulakları kurda benzer
Kalleşlikte Kürde benzer
Yandım farenin elinden..."
Yandım farenin elinden..."
Kahkahayı patlattım ben de. "Ebe" dedim, "komşuluk etmişsiniz o kadar, kalleş demeyeydin bari..." Güldü, başını bilmiş bilmiş salladı, "Doğru" dedi, "Kürdün bile iyisi var." Üstelemedi. Fakat ikimiz de, içimizde bir yerlerde, utanarak da olsa, bu küçük ırkçı kaçamaklardan hoşlanıyorduk. Bir süre susup gülümsedik.
Derken yaylaya geldik. Alınkavak'a adını veren ihtiyar kavağın yerinde yeller esiyordu, bir kökü kalmıştı ondan yadigar. Çevresini 8 adam zor sardığımız, ihtimal tanrılar kadar yaşlı bir ağaçtı. Yıldırım düşmüş de yıkılmış, muhtar da kestirip odununu sattırmış. Gölgesinde sen de bin baş, ben diyeyim iki bin baş davar sürüsü yatardı da, yine yer kalırdı. Ya da ben ufaktım diye, olduğundan da heybetli görünüyordu bana. Her ne ise, Alınkavak'ın kavağı yoktu artık. Bayağıdır yoktu gerçi, ama kol kola, kan ter içinde susanın köşesini dönünce ağacı görememek, ikimizi de düşünceli bir ruh haline sokmuştu. Ben başka kelimelerle düşündüm, o başka; ben belki daha üst perdeden felsefe yaptım, o çocukluğunun ağacına yanmakla yetindi. Ama aynı şeyi düşündük işte, nihayetinde aynı manzaraya üzüldük.
Kolumdan çıktı, vardı sallana sallana ulu ağaçtan yadigar güdük kütüğün yanına. Çömeldi usulca, ben yanına varırken sözlerini duydum. İhtiyar, buruşmuş elleriyle kütüğü okşuyor, "Ağaaç" diyordu, "Gölgende çok oturdum. Hakkını helal et." Bir süre okşadı, "hay gurbanım" dedi, "gökçek ağacım" dedi, "seni de kestiler" dedi. Elini uzattı bana kaldırayım diye. Kaldırdım, koluma girdi yine, az uzağa götürdü. Yaylanın az aşağısındaki gözeye. Oturdu yine bir taşın başına. "Gözem, gökçek gözem, billur gözem. Suyundan çok içtim, elimi yüzümü çok yudum, yavrumu sende çimdirdim. Hakkını helal et" dedi. Tekrar elini uzattı, kaldırdım. Hemen yürümedi bu defa, oturduğu taşa döndü. "Taşım, gökçek taşım, üstüne çok oturdum. Oturup çok türkü çığırdım. Hakkını helal et" dedi.
Böyle böyle, geldiğimiz yoldan geri indik. İnerken bütün ağaçlarla, çalılarla, karşımıza çıkıp beni ürküten çoban köpekleriyle, kuşlarla, kayalıkların arasına kaçışan kemirgenlerle... Hepsiyle helalleşti! Ben, hürmete ve takdise layık, pek vakur ve uhrevi bir ayini taciz etmeye korkan bir turist gibi, kalakaldım. Konuşamadım, beni yönlendirmediği sürece hareket dahi edemedim. İki saat, tam iki saat geri yürüdük, karşımıza canlı, cansız ne çıktıysa helalleşti.
Döndük, evinin az ilerisindeki, onu ilk gördüğüm taşın başına geldik yine. O iki saatte sayısız düşüncelere gark olmuş, ağzını açıp konuşamamış ben, başım önümde, dalgındım. Taşın yanına gelince, çıktı yine kolumdan. "Oğlum" dedi, "Tanrım senden razı olsun. Beni yaylaya götürdün, helalleştirdin. Tanrım muradını versin. Ben varıp namazımı kılayım gayrı. Ebene, dedene, babana çok selam söyle."
İçim karmakarışık, "söylerim ebe" dedim, başka bir şey diyemedim. Evimizin yolunu tuttum, bir sigara yaktım. Yolu da biraz uzattım, gelip geçen arabaları izledim, oyalandım. Ne düşündüğümü bilmiyordum bile, ama az evvel şahit olduğum ayin, tattığım, gördüğüm, duyduğum hiçbir şeye benzemiyordu. Düşünceler zihnime geliyor, ama tarif edebileceğim, kelimelere sığacak bir forma kavuşamıyordu. Nihayet, gün batarken eve geldim. Kapının önüne, merdivenin ikinci basamağına çöktüm tekrar, bir sigara yakıp sol tarafımdaki bahçeyi izlemeye koyuldum. Ebemin sesi duyuldu birden "Kele Kocaa! Kutmulu ölmüş herif!"
İçeri koştum. Ebem, az evvel Kutmulu'nun komşusundan telefon almış, dedeme anlatıyordu. Benden yarım saat, belki bir saat sonra, komşusu Kutmulu'yu yoklamaya gitmiş. Bakmış nefes almıyor, hareket etmiyor, sağını solunu yoklamış. Öldüğünden emin olunca, konu komşuya haber vermiş. Ebem yazıklandı biraz, kuş ölüsü görse ağlayan kadındır zaten. Fakat gözümün önünde, ben bir kenara oturmuş sessizce onları izlerken, ebem de, dedem de vah, tüh dedikten sonra unuttular. Yarın cenazesini kılarlar, gömerlerdi elbette. Herkes yaşar, herkes ölür, o yaşta bir kocakarı da bir gün ölecekti elbet.
Yutkundum. Az evvel, kitaplarda okuduğumu yaşamıştım. Roux'nun anlattığı Türkler aklıma geldi. Keseceği hayvanı okşayan, lisan-ı hal ile "Tabiatın kanunudur. Seni yemek zorundayım ama, beni affet" diyen Türkler. Keseceği ağaca teşekkür eden, ondan af dileyen, ona dua eden Tahtacı Türkmenleri... İşte köyümüzün kocakarısı Kutmulu, onlardan biriydi. Öleceği ona malum olmuş, ömrünü geçirdiği köyün ruhuyla; taşın, suyun, ağacın, hayvanın o var eden, kuşatan, yaşatan ve öldüren özüyle helalleşmişti.
Ne güzel ölmüştü! İşte o günden beri, ne zaman yaylamızın yoluna düşsem, yahut yaylamızı yolu aklıma düşse, Kutmulu'yu ve onun sehl-i mümteni ölümünü hatırlarım. Kendi ölümüm aklıma düşer, acaba nasıl, nerede soruları zihnime üşüşür. Öyle güzel ölemeyeceğimi çok derinlerde bir yerde, Avşar irfanıyla sezer, hayıflanır, bir sigara yakarım.
M. Bahadırhan Dinçaslan