Bu sohbetlerde sık sık "falancanın filmi çekilse muhteşem olmaz mıydı?", "filanca konu çok uygun aslında, bunun romanı yazılmalı" tespitlerinde bulunuruz. Tarihin ve "bilgi"nin derinliklerine olta atıp, konu yakalamak, bir nevi. Ancak bu tespitler havada kalır(dı), devamı gelmez(di).
Bir kaç yıl evvel, Almanya'da Florian Geyer'in başlattığı isyan ile, Anadolu'da Celali isyanları arasındaki paralellik dikkatimi çekmişti, bir kaç yerde yazmıştım. Geçtiğimiz aylarda Fırat Ender Koçyiğit, "bundan güzel tarihi roman konusu çıkar aslında..." dedi. Fikir kafama yattı, Yaltırık'la (nedendir bilmem, hep soyadıyla hitap ederim. Anlamlı da bir soyadı, karizmatik, ne güzel.) konuşurken konuyu açtım. Hemen tarihçi çarkları işledi beyninde, bir anda tretmanı, arkaplanı çıkardı. Ben de ufak tefek eklemeler yaptım. O heyecanla, bu defa havada kalmasın dedik, nihayet, bir prolog çıktı ortaya.
Şu an üzerinde çalışıyoruz. İlham bizi nereye götürür bilinmez, ana kurgu belli olsa da, her an doğaçlama yapabiliriz, Yaltırık biraz memorat eklemek ister, ben biraz Şaman motifi... O yüzden, konusu hakkında fazla bilgi vermeyeyim. İlgilenebilecek müstakbel okur için, resmi olmayan prologu buraya ekleyeyim.
Roman tamamlandığında, içinde Almanlar, Lehler, Tatarlar ve Anadolu Türkmenleri olacak. 1500lü yılların "eski dünya"sının ilginç ve görkemli arkaplanında, küçük hikayelerin büyük yankılarını okuyacaksınız. En önemlisi, Türkmen ruhunun derinliklerinde gezecek, uzak ve tecrit edilmiş Türkmen köylerindeki ruh ikliminin, nasıl evrensel bir değer arz ettiğini fark edeceksiniz.
Öyleyse, İran Türkmenlerinin bir deyişini alıntılayıp, prologla sizi baş başa bırakayım:
"Herkes öz atın çapardı
Göyde cıdasın kapardı
Bolu Bey geldi apardı
Apardılar serdarmızi
Gedin, bulun serdarmızi!"
"Kara Bölük", Prolog.
“Nulla Crux, Nulla Corona”
Rudolf von Gottstein, kılıcını kınından sıyırdı. Bezgin
bakışlarıyla inceledi önünde dimdik tuttuğu silahını. Kılıç kendisinden daha
yaşlıydı. Kendisinden daha fazla görmüş geçirmişti. Artık ömrünün yaşlı sayılabilecek
evresine girdiği halde onu genç hissettirecek kadar yıpranmıştı. Yine de tuhaf
bir şey vardı bu kılıçta. Yer yer çentilmiş olsa da keskinliğini koruyor, kadim
zaman tanrılarının rahiplerince büyülenmiş gibi, tekinsiz bir ışıkla
parlıyordu. Sanki kılıcının kendince bir şahsiyeti vardı. Sanki Rudolf değildi
kılıcın yazgısını seçecek olan, kılıcın bir yazgısı vardı ve irade ondaydı.
Rudolf onu bu yazgıya taşımaya namzet ellerden biri, emanetin yeni bekçisiydi…
Çeliğin eski, belli belirsiz izlerinin üzerindeki yazıya ilişti gözleri: Nulla
Crux, Nulla Corona… Yazı yeniydi, mahir ve sert bir el tarafından kazınmıştı,
Florian Geyer’in eliyle…
Florian’a gitti aklı… Ülkeyi baştanbaşa sarsan Lutherci
ayaklanmalar esnasında parlamıştı bir yıldız gibi. Soylular kendi hesaplarına
taraf seçerken, o köylülere koşmuştu. Luther’in tarafında görünüyordu ama o
Luther’in de ötesindeydi. En taze eti kimin yiyeceği, en geniş topraklara kimin
hükmedeceği, en güzel kadını kimin sahipleneceğine dair kavgaya tutuşurken
beyler, Luther onlar için bir bahaneydi. Bu Luther denen adam, rahiplerle
hararetli tartışmalara girip soyluları yanına çekmeye çalışadursun, ülke zaten
kaynıyordu. Zorla çalıştırılan, vergi yükü altında ezilen, insan yerine
konulmayan köylü, yabasını eline alıp başkaldırmaya hazırdı. Luther onlar için
bir ışık olmuştu. Florian adamlarıyla köylülere geldiğinde, dört elle
sarılmışlardı davasına. Kılıç kullanmayı öğretmişti onlara, at sürmeyi,
soyluların amansız atlı bölüklerine karşı onların taktikleriyle savaşmayı… Ancak
çok geçmeden, Luther de sırt çevirmişti onlara. Kilise, Papa’nın ya da
Luther’in olmakla safını değiştirmeyecekti, köylülerin soylulara başkaldırması
İsa’nın asla onaylayamayacağı bir şeydi.
Florian, von Gottstein’ı da, diğer soyluları da şaşırtan bir
şey yaparak üçüncü bir cephe açtı. Luther’in reformcularının desteğini
aramaktan vazgeçti. Papalık taraftarı soylulara daha da amansız bir hınçla
saldırmaya başladı. Luther’e sevgi besleyen soyluların çoğu Florian’ın
çevresinden uzaklaştılar. Ancak von Gottstein anlamadığı bir ışık görüyordu
Florian’ın gözlerinde. Hoş, babasından kalan arazi de çoktan elinden alınmış,
topraksız, boş bir asalet unvanından başka bir şeyi olmayan bir sefile
dönmüştü. Belki de bu yüzden Florian’la
saf tutmaya devam eden bir avuç soyludan biri olarak kaldı.
Hayal meyal hatırlıyordu Florian’la kaç savaşta at
sürdüğünü, kaç hengâmede Florian’ın eğittiği köylülerin onu şaşırtan, saygısını
kazanan bir mertlikle vuruştuğunu, kaç zafer kazandıklarını. Ancak talih yaver
gitmedi. Tanrının köylü doğanların kanına bulaştırdığı lanet, bir avuç köylünün
bir kahramanın etrafında birleşmesiyle ortadan kalkacak gibi değildi. Yine de
ümitsizce, salt öfkeyle ve yüzyıllardır ezilmenin hıncıyla vuruştular. Zafer
için değil, öç almak için. Kiliseleri yaktılar. Soylu kızlarının ırzına
geçtiler. Yağmaladıkları gümüş yemek takımlarıyla hadım ettiler soyluları.
Öfkeleri ve o güne dek köylü ordularında görülmemiş kahramanlıklarıyla “Kara Bölük”
namını kazandılar. Ve yenildiler…
O anı asla unutmayacaktı Rudolf. Florian yaralanmıştı,
gözleri alev alev olsa da ağzından kan geliyordu, ölüyordu. Dingin bir adamdı
Rudolf, savaşa ve ölüme çokça şahit olmuştu. Kolay heyecanlanmaz, nadiren
gülümser, nadiren üzülürdü. İlk defa bir heyecanın vücudunu sardığını hissetmişti.
O solan bedendeki alev alev bir çift göze doğru koşmuştu: “Florian!” Kara Bölüğün
komutanı, ne haça, ne taca baş eğmiş köylülerin şövalyesi Florian ona bakmıştı,
korku yoktu gözlerinde. Boğazından gelen
hırıltıların elverdiği ölçüde konuşabilmişti:
“Kılıcımı al Rudolf. Sen savaşta pişmiş bir adamsın sana
güvenebilirim. Kılıcımı al ve burayı terk et. Dağların ve ormanların ardında,
denizlerin ve ırmakların ötesinde muhakkak bir yer vardır ki, insanoğlu baş
eğmeden, kölelik etmeden, kölelik ettirmeden yaşayıp gidiyordur. O diyarı bul
ve orası için kullan kılıcımı. Lütfen! Ölüyorum, ancak kılıcımın benimle
gömülmeyeceğini bilmek huzurla ölmemi sağlayacaktır. Bana son bir iyilik yap ve
kılıcımı al!”
Rudolf ne diyeceğini bilememiş, kılıcı almıştı. “Birimiz
hayatta kalmalı” diyen Florian’ın son emrini yerine getirip kaçmıştı. Ne yöne,
ne kadar bir süre at sürdüğünü bilmiyordu, bütün bir gece boyunca atını
koşturmuş, kırkı aşkın yıldır dışa vurmadığı hislerini birkaç saatte
gözyaşlarıyla serbest bırakıp, hıncını hayvandan çıkarmıştı. Kaybedeceği bir
şey olmayan, mert bir komutan görüp, savaşta –biraz da eski zamanların şövalye hikâyelerindeki
gibi- ölmek dileğiyle ordusuna katılan bir gezgin şövalyeydi az bir zaman
evvel. Şimdiyse yenilmiş, bir başına kalmış, kadınsız, çocuksuz, yoldaşsız bir
adamdı. Emanet bir kılıçtan ve verdiği sözden gayrı yükü olmayan bir adam…